İran’ın Dinî ve Mezhebi Azınlıkları- Manas Çamlı

İran coğrafyası tarih boyunca çok mezhepli, çok kültürlü ve çok etnikli bir  yapıya sahip olmuştur. Bu mezhepsel ve etniksel çeşitlilik, İran coğrafyasında İslam dini mensuplarının çoğunlukta olmasıyla birlikte, dinler ve mezhepler arası etkileşim ve hoşgörü konusunda önemli bir fırsat oluşturmasıyla birlikte, tarihin bazı dönemlerinde kışkırtmalara ve çekişmelere de neden olmuştur. İran’da, “Şuubiyye” hareketiyle başlayan ve Pehlevi rejimi döneminde devam eden, Fars ve Şii olmayan toplumlara yönelik asimilasyon siyaseti, yönetim tarafından İran İslam Devrimi’nden sonra da kararlılıkla devam ettirilmiştir. İran’da son 90 yılda ulus devlet kurma çabaları doğrultusunda tek dil, tek din ve tek kültür sloganlarıyla yürütülen asimilasyon siyaseti, Pehlevi Rejimi’nin ve İran İslam Cumhuriyeti’nin esas politikası olarak sürdürülmektedir.  İran İslam Devrimi’nden hemen sonra İran anayasası yeniden yazılmış ve düzenlenmiştir.  Bu yasa, Kur’an ve Şii fıkhını ve İslam Devrim Lideri Humeyni’nin görüşlerini ve onun dinler, mezhepler ve etnikler konusunda açık beyanlarını esas alarak, sadece Hristiyan, Yahudi(kelimi) ve Zerdüşti dinlerini resmî din olarak kabul etmektedir. İslam dininin başka mezheplerini de kanun çerçevesinde resmiyette tanımış ancak başka dinleri ve inançları var olan anayasaya dayanarak hiçbir koşulda resmî olarak kabul etmemiş, hiçbir şekilde faaliyetlerine ve ibadetlerini yapmalarına izin vermemekle birlikte, zaman zaman haksız tutuklamalar, hapisler ve idamlar uygulanmıştır. Bu tutumlara da devam edilmektedir.

Bu makale, İran toplumunda tüm zorluklara ve olumsuzluklara rağmen var olan dinlerin ve mezheplerin nüfus gerçeğini ve mezheplerin İran’ın çeşitli bölgelerindeki dağılımını ve İran anayasasında Şii Fıkıh’a dayanarak, İran İslam yönetiminin bu kesimlere bakışı, gerçekçi verilere dayanarak araştırılmıştır.

1- İran’da Dinî ve Mezhep Azınlıklarının Nüfusu

İran istatistik merkezinin 2006 ve 2011 yıllarında yaptığı nüfus sayımı sonuçlarına göre, İran nüfusu 2006’da 70.495.782 kişi ve 2011 yılında ise 70.495.782 kişi olarak belirlenmiştir.

Bu veriler, yakın tarihte yönetim tarafından  dinler konusunda kamuoyuyla paylaşılan neredeyse tek istatistik sonuçtur.

Görüldüğü gibi İran yönetimi, etnik nüfus sayımının sonuçlarının paylaşılmaması konusunda gösterdiği hassasiyet ve gizliliği, dinler ve mezhepler konusunda da gösteriyor. Verilere dikkatle baktığımız zaman son iki verinin toplamından elde edilen sayıda 2006 yılında 259.551 ve 2011 yılında 315.096 nüfuslu bir toplumun Müslüman ve resmî olan dinler dışında kalmış ve belirsiz bir tanımla “başka dinler” ve “inançlarını söylemeyenler” olarak belirtilmiştir. Bir başka konu da  Müslüman nüfus içinde değerlendirilen Şii olmayan mezhep mensuplarıdır. Yine İran yönetimi tarafından her zaman olduğu gibi, siyasi ve güvenlik nedenlerinden dolayı açıklanmamaktadır. Görüldüğü gibi dinî ve mezhepsel azınlıklar konusunda sadece nüfus belirlenmesi o kadarda kolay bir iş değildir. Bu yüzden resmî olmayan istatistiklere ve İran içinde ve dışında faaliyet yapan çeşitli dinlere mensup toplulukların verilerini ve beyanlarını da dikkate almak kaçınılmaz bir zorunluluk olarak karşımıza çıkmaktadır.

2-İran’da Din ve Mezhep Azınlıkları

2.1 İran Anayasası’nda Resmî Din ve Mezhep Azınlıkları

İran İslam Devrimi’nden sonra, yeniden yazılan İran Anayasası doğrultusunda birkaç maddede, İran’da İslam dininin Şii olmayan birkaç mezhebini ve 3 esas başka dini, din ve mezhep azınlığı olarak tanımlıyor. Anayasa’nın 12. Madde’sine göre İran’ın resmî dinini İslam dini ve Caferi Şii olarak belirledikten sonra bunun sonsuza kadar değişemeyeceğinin altı çizilmiştir. Aynı maddede(12. Madde) İslam dininin ve başka mezheplerin de tam saygı göreceklerini belirterek, bu mezheplerin özgürlük alanlarını da şu şekilde açıklamaktadır:

“Bu mezheplerin mensupları, mezhep merasimlerinde kendi fıkıhları çerçevesinde özgürlerdir. Eğitim ve öğrenimde, özel alanlarda(izdivaç-boşanma-miras-vasiyet) ve mahkemelerdeki davalarında resmî olarak tanınırlar”. Bu mezhepler aynı maddede, Hanefi, Şafii, Maliki, Hanbeli ve Zeydi olarak açıklanmaktadır. Dinî azınlık olarak, Anayasa’nın 13. Madde’sinde, sadece üç dinî gruba yasalar çerçevesinde dinî özgürlük tanınmıştır. Bu maddede şöyle yazmaktadır: “Zerdüşti, Kelimi ve Hristiyan olan İranlılar, yasalar çerçevesinde kendi dinî merasimlerini yapmakta özgür bırakılmışlardır ve özel alanlarında, dinî eğitimlerinde kendi ayinlerine uygun davranabilirler. Görüldüğü gibi anayasanın 12. ve 13. maddelerinde özgürlük tanınan İslam dışı dinler ve Şii mezhebi dışında İslami mezhepler açıkça belirtilmiştir, ancak İran’da bunların dışında başka İslami mezhepler, dinler ve inançlar da yaşamaktadır.

2.2 İran’da ResmîOlarakTanınan Dinler

2.2.1 Hristiyanlık: İran Hristiyanlarının nüfusu 2006 ve 2011 yıllarında, İran İstatistik Kurumu tarafından yapılan nüfus sayımı verilerine göre, 109.415 ve 117.704 kişi olarak belirlenmiştir. Fakat Hristiyan mensupları İran’da iki kola ayrılmaktadır ve İran devleti tarafından da böyle tanımlanmaktadırlar.

Ermeni: Ermeniler, İran’da dinî azınlık sayılmalarının yanı sıra etnik azınlık da sayılmaktadırlar. 16. asırdan itibaren İran’ın merkezine doğru parça parça göçlerle gelen Ermeniler, önce Süryaniler kilisesine bağlanmışlardır. Ortodoks kilisesi ile inanç bakımından aynı olan Ermeni kiliseleri İran’ın üç büyük şehrinde bulunmaktadır.     

Ermeni toplumunun bir kısmının Katolik ve Protestan mezheplerini kabul etmeleriyle birlikte kendi Katolik ve Protestan kiliselerini de kurmuşlardır.

İran Ermeni kilisesi, iki büyük Ermeni kilisesine tabidir. Biri Ermenistan’da bulunan Açmiyadzin kilisesidir.  İkincisi ise Lübnan’da bulunan Antelyas kilisesidir.

Ermeni toplumunun İran’ın üç büyük şehrinde Tahran, İsfahan ve Tebriz’de merkez kiliseleri bulunmaktadır. Ama ilaveten Ermeni toplumu İran’da devlet tarafında tahsis edilen geniş, kültürel, sportif ve toplumsal olanaklara sahiplerdir.

Kiliseler: İran’da toplam kilise sayısı yaklaşık 250’dir. Bu 250 kiliseden 200’ü Ermeni kilisesidir. Sadece Tahran’da 50 adet kiliseleri bulunan Ermenilerin, İran’da toplam nüfusu 90,000 ile 100,000 arasında değişmektedir.

Yayın Organları: İran devletinin de yardımı ile Ermeni toplumu kendi dillerinde ve kültürlerinde dergiler, gazeteler ve yayınlar yapmaktadırlar. Yayınladıkları en eski dergi, Tahran’da yayımlanan 60 yıllık bir dergidir.

Ermeniler İran Parlamentosunda: Az nüfuslarına bakmayarak, parlamentoda iki milletvekilleri bulunmaktadır. Biri güney Ermenilerin milletvekili olarak diğeri ise kuzey Ermenilerin vekili olarak devrimden sonra günümüze kadar devam etmiştir.

İran Anayasası’nın 64. Madde’si gereği Ermenilerin İran parlamentosuna iki milletvekili seçme ve gönderme hakları bulunuyor.

Okullar: Ermenilerin İran’da yaklaşık 50 okulu bulunuyor. Bu okullar İran devletinin doğrudan aktardığı bütçeyle Ermeni toplumunun eğitiminde kullanılıyor. Bu okullarda Ermeniler ana okuldan itibaren kendi dillerinde ve kendi dini ve inançları doğrultusunda eğitim görüyorlar. Ülkenin başka kesimlerine ait olan çocukların bu okullarda okumaları yasaktır ama Ermenilerin kendi okulları dışında başka okullarda okumaları yasak değildir. İran’ın neredeyse tüm üniversitelerinde Ermeni Dili ve Edebiyatı Bölümü bulunmaktadır.

Doksan bin Ermeni toplumunun, İran’da yaklaşık 50 adet kültürel-sportif dernekleri bulunmaktadır. Bu dernekler, doğrudan devletin bütçesiyle kurulmuş ve bu topluma hizmet vermektedir. Ermenilerin İran’da özel mezarlık ve yaşlılar evi de bulunmaktadır.

Aşuri: Aşurilerveya Asuriler M.Ö. Mezopotamya’da, şimdiki Irak, Arabistan ve İran’da yaşamışlardır. Günümüzde Hristiyan dinine bağlı olarak bilinen Aşuriler, İran, Irak ve Amerika Birleşik Devletleri’nde dağılmışlardır. Nüfusları bir milyon beş yüz bini geçmez. İran’da yaklaşık 30,000 kişilik bir nüfusa sahip olan bu toplumun, 65 adet kilisesi bulunuyor. Bu toplumun esas kilisesi Doğu Aşur kilisesi olarak bilinmektedir ve inanç bakımından Ortodoks kilisesi ile aynıdır.

Otuz bin kişilik Aşur toplumunun  İran parlamentosunda bir adet milletvekilleri bulunmaktadır.  Bununla birlikte kendilerine özel devlet bütçesiyle ayakta olan okulları ve yaklaşık 20 adet sportif-kültürel dernekleri vardır .

2-2-2 Zerdüşti: 20,000 nüfusu olan Zerdüşt toplumu Ahuramezda’ya inanırlar ve İran Anayasası’nda daha öncede belirtildiği gibi yasal haklara sahiplerdir. Kendi mabetlerinde dinî merasimlerini ve ayinlerini yapmakta olan bu azınlık kesimin kendilerine ait özel okulları da bulunmaktadır.

2-2-3 Kelimi(Yahudi): İran Yahudileri aynı zamanda Kelimi ismini de kullanıyorlar. İran Yahudilerinin, 2500-2700 yıl önceden İran topraklarında var oldukları tahmin ediliyor. 2. Meşrutiyet Devri’nde İran Meclisinde bir adet milletvekilleri bulunan Kelimiler, İran İslam Devrimi’nden sonra da bu hakka İran parlamentosunda sahiplerdir.

2006 yılında “İran İstatistik Araştırma Merkezi’nin” nüfus sayımına esasen, Kelimilerin İran’daki nüfusu 9.252 kişi olarak kayıt edilmiştir ancak 19. yüzyıldan bu yana sürekli göç veren bu dinî azınlığın nüfusu azalmakta ve değişmektedir. “Tahran Kelimiler Derneği” Başkanı “Homayun Nejefabadi’nin” 2013 yılında Beyrut’ta basılan “Elnihar” gazetesi ve aynı zamanda İran gazetesinde yayımlanan beyanatının bir bölümünde, İran Kelimi(Yahudi) nüfusunun 300 bin ile 350 bin arasında olduğu söylenmektedir.  Bu sayının yaklaşık 250 bininin İsrail’e göç ettiğini, 80 bin kişinin Amerika Birleşik Devletleri’ne göç ettiğini ve sadece 10 bin kişinin İran’da yaşadığını bildirmektedir.Nejefabadi’nin dediğine göre, İran Kelimileri daha çok Tahran, İsfahan ve Şiraz kentlerinde yaşamaktadırlar.

Aynı derneğin resmî internet sitesinde, İran’da yaşayan Kelimilerin nüfusu sadece Tahran’da 15 bin kişi ve Şiraz’da 10 bin ile 12 bin kişi olarak yazılmıştır.

İran Yahudilerinin 19. yüzyılda Hindistan üzerinden Amerika’ya göç ettikleri biliniyor. Anlaşıldığı üzere bu göç dalgası, İran Devrimi’nden sonra yoğun bir şekilde devam etmiştir.

İran Kelimileri, Ermeni toplumu kadar olmasa da, kendilerine özel sadece Tahran’da 16  adet kiliseleri(Yahudilerin mabedi)  bulunuyor, bu sayı İsfahan’da yaklaşık 14 adettir. İran’da Kelimilerin çeşitli toplumsal-siyasi ve hukuksal durumlarını, bu cemiyetin üç mercisi üstlenmektedir.

1-Kelimilerin dinîmercisi

2-Kelimilerin İran İslam Cumhuriyeti Parlamentosu’nda tek milletvekili

3-Tahran Kelimiler Derneği başkanlık şurası

İran Kelimilerinin, kendilerine ait olan  kiliselerinden başka, özel okulları, kültür dernekleri,  üniversite öğrencileri ve kadın birlikleri, kütüphane ve özel et marketleri, yaşlılar evi ve hastaneleri bulunmaktadır. Kelimi toplumunun İran’da kendi cemiyetlerine özel yayınları, dergileri ve gazeteleri vardır. Bunlardan en önemlileri Tamuz dergisi ve “Ofoge Bina”dergisidir.

2.3 Şii Olmayan İslami Mezhepler

Hanefi: Hanefilik, İslam dininin dört Sünni mezheplerinden biridir. Bu mezhep ismini kurucusundan almaktadır. Hanefi mezhebinin kurucusu “Ebu Hanife Numan Bin Sabit’tir”. Ehli Sünnet’in dört esas mezhepleri içinde Hanefilik mezhebi en büyük nüfusa sahiptir. Hanefiler en çok Afganistan, Pakistan, Çin, Balkanlar, Hindistan, Endonezya, Malezya ve Orta Asya’da bulunmaktadırlar. İran’da ise İran’ın kuzeydoğu, doğu ve güneydoğusunda yaşamaktadırlar.

Şafii: EhliSünnet’in esas dört mezhebinden biri de Şafii mezhebidir. Bu mezhep ismini kurucusu “Ebu Abdullah Mehmet İdris Şafii’den almıştır. Hicri 150 yıllarında Gazze’de doğan İmam-ı Şafii, Hanefi ve Maliki mezheplerinden esinlenerek Şafii mezhebinin esaslarını koymuştur. Bu mezhepte hadislerden geniş bir şekilde yararlanmıştır.

Hanbeli: Henbeli mezhebi EhliSünnet’in dört büyük mezheplerindendir ve fıkha dayanmaktadır. “Ebu Abd-u Rahman Ahmet bin Henbel bu mezhebin kurucusudur. Bin Hanbel hadislere çok önem vermektedir. Sadece Kur’an ve İslam Peygamberi’nin hadisleri esasında hareket etmiştir. Hicri 241’de vefat etmiştir.

Maliki: Maliki mezhebi İslam dininin dört EhliSünnet mezheplerinden biridir.  Fıkha dayalıdır ve ismini kurucusu olan “Ebu Abdullah Malik bin Üns’ten” almaktadır. Ebu Abdullah’ın,Hicri 90-95 yılları arasında Medine şehrinde doğduğu tahmin ediliyor.

Zeydiye: Zeydiye, Şii mezhebinden ayrılmıştır. İsmini Zeyd bin Ali bin Hüseyin’den almış ve Şii fırkaları içinde Ehli Sünnet’e en yakını olarak bilinmektedir. Zeydiler, 12 İmam’a inanan Caferi Şiilerinin aksine, Beşinci İmam olarak Zeyd bin Ali’ye inanıyorlar. Ama “Ali bin Abitalip”, “Hasan bin Ali”, “Hüseyin bin Ali” ve “Ali bin Hüseyin’i” de, Caferiler gibi imam olarak kabul ediyorlar. Fıkıh olarak Hanefi mezhebine yakındırlar. İslam coğrafyasının hemen hemen her noktasında bulunan Zeydiler hicri tarihiyle üçüncü asırda Yemen’de devlet kurabilmişlerdir. Ama Marakiş ve İran’ın Gilan ve Teberistan bölgesinde de 60 ile 200 yıla kadar devlet kurmayı başarmışlardır.

İran’ın Orta Doğu’daki hassas ve stratejik coğrafi konumu nedeniyle bu bölge, tarih boyunca birçok din, mezhep ve tarikatın kaynağı ve geçiş güzergâhı olmuştur. Geçmişten günümüze kadar bu mezheplerin, dinlerin ve tarikatların her birinin incelenmesi, fazla çeşitliliği nedeniyle oldukça önemli bir konu hâline gelmiştir ancak bu yazının konusu dışındadır. Makalenin ilk bölümünde değinildiği gibi İran’ın güvenlikçi yaklaşımları ve resmî verilerin olmadığından dolayı İslam dini dışındaki diğer dinler ayrıca İran Anayasası açısından legal olmayan İslami tarikatlar ve mezheplerle ilgili pek fazla bilgi yok ve çok az mevcut bilgiler ise gayriresmî ve yazılı olmayan kaynaklardan elde edilmiştir. İran’daki mevcut mezhep ve dinlerin incelenmesi bu bakımdan oldukça zor bir iştir, bu nedenle bazı din ve mezheplerin önemli hükümleri ve inanç yapıları hakkında kısa bilgiler aktardıktan sonra diğer dinlerin, mezheplerin ve tarikatların adlarını vermekle yetineceğiz. Ardından İran İslam Cumhuriyeti’nin resmî olmayan dinlerle ilgili eylemsel yaklaşımlarını ve görüşlerinin boyutunu ve yine İran İslam Cumhuriyeti Anayasası’nın dinî ve mezhebî azınlıkların hakları ile ilgili çelişkileri ele alacağız.

Yasal olarak tanınan ve saygınlığa haiz İran Sünnilerinin de durumu farklıdır. Çünkü Sünni cemaatle Anayasa’da açıkça bir madde olmasına rağmen İran İslam Cumhuriyeti farklı bir davranış sergilemekte ve ayrımcılık yapmaktadır ve makalenin devamında “Sünni Cemaati ve İran İslam Cumhuriyeti’nin Şii Fıkhına Dayanarak Yaklaşımı” başlığı altında ele alınacaktır.

İran İslam Cumhuriyeti Anayasası Açısından Resmî Olmayan Mezhepler ve Dinler   

1) Ehl-i Hak Türk Kızılbaşları

Şii âlimleri ve Fars Şii din adamları tarafından “Ehl-i Hak Türk Kızılbaşlarının” sistematik ve korkunç bir şekilde yok edilen ilk grup olduğu kesinlikle söylenilebilir. İran’da resmî olmayan din ve mezheplerin (İran İslam Cumhuriyeti Anayasası açısından) birçoğu gibi Ehl-i Hak Türk Kızılbaşlarının inançları hakkındaki haberler ve söylemler oldukça çelişkilidir.

Bu makalede Ehl-i Hak Türk Kızılbaşlarının inançları hakkında kısa bilgi verilecektir. Tüm akımlar ve batini mekteplerin kaynağı entelektüel ve ideolojik eğilimdir, bu da hulûl ve tenasüh inancına inanmaktır. Şii mezhebini Ehl-i Hak Türk Kızılbaşlarının mezhebi ile neredeyse aynı gören bazı Şii söylemlerin aksine söz konusu mezhebin Şii mezhebi arasında pek çok fark vardır.

Ehl-i Hak Türk Kızılbaşları mezhebinin temel özellikleri şöyledir:

– Birliğe, beraberliğe, hulûl ve insanda Allah’ı tecessüm etme inancı

– Tenasüh inancı; ahrete, ölüm sonrası hayata, kıyamet, cehennem ve cennete inanmamak

–Mevcut Kur’an’ın tahrif edilmesine inanmak (Bunu Osman’ın mushafı olarak adlandırıyorlar.)

– Batini ve zahiri konulara inanmak ve buna dayanarak tüm İslam ilke ve kurallarını yorumlamak ve bunun sonucunda şeriat, fıkıh ve namaz, oruç, hac, hicap, kadınlar, İslami helal ve haram, yas, hums ve zekât gibi ibadetler ve İslami kurallara inanmamak.

– Şarap ve Türklerin millî musiki aleti sazı kutsal saymak ve dinî metinlerde ve ifadelerde Farsça ve Arapçanın yerine Goranice ve Türkçe gibi millî dilin kullanımı.

– Yazılı fıkha sahip olmayan Alevi mezhebinde Şii mezhebinin aksine (Molla, İmam, Şeyhülislam, Hücetülislam, Ayetullah vb…) gibi dinî sınıflar mevcut olmayıp bunun yerine farklı alanlarda “dede”, “baba”, “pir”, “şeyh”, “mürşit” vb. mevcut olmuştur.

– Kızılbaşların ibadet merkezleri cami yerine “Cemevi” veya “Cemhane”dir ayrıca ibadet olarak Aleviler, namaz yerine toplu olarak sofi dansı veya sema dansı yapıyorlar. (Türklerde genel olarak kadınlar ve erkekler birlikte dans ediyorlar.)(Dadaş Karakoyunlu)

“Ehl-i Hak Türk Kızılbaşları, genel olarak İran, Türkiye ve Irak’a dağılmış durumdalar. İran’da daha çok Güney Azerbaycan’da bulunuyorlar. İran’ın birçok şehrinde İran İslam Cumhuriyeti’nin ayrıştırıcı politikalarına rağmen hayatlarını sürdürüyorlar. Ehl-i Hak Kızılbaşların nüfusu ile ilgili resmî istatistik elde olmadığından ve İran’ın güvenlikçi yaklaşımlarından dolayı net bir rakam söylemek imkânsızdır.” Güney Azerbaycan’da (Doğu ve Batı Azerbaycan, Erdebil, Zencan ve Hamedan) Ehl-i Hak Kızılbaşlarının yaşadığı bölgeler şöyledir:

Yapılan araştırmalar sonucu Tebriz ve Sofyan, Gerus, Şişevan (Gogan’ın yakınlarında), Ilhıçı, Hamene, Acepşir ve Binab gibi şehirlerde yaşan Ehl-i Hak Kızılbaşların çoğu yanlışlıkla Goran adıyla tanınmaktadırlar.

Makü etrafındaki Karakoyun bölgesindeki köyler. Bu bölgede Aleviler Karakoyunlu adıyla bilinmektedirler. (Sofi, Nohur, Tazekend, Şut, Karazemi, Kızılcakale, Yukarı ve Aşağı Mergen vb.)

Urmiye ve çevresi (Palanc, Reyhanabad, Hacı Pirlu, Geçler, Ozan, Merzlu, Güldani, Noli, Topuzabad, Nahcivan, Rehimabad vb.)

Ziyaeddin, Muhil, Hoy’un etrafı; Selmas, Koşaçay ve çevresi, (Üç Tepe Kale, Yarıcan, Köktepe, Yelgentepe, Lelektepe, Tophana vb.)

Karadağ ve Şamlu olarak tanınan kasabaları (Mincevanbölgeside: Ahmedli, Şeyh Hüseyinlu, Daş Arası, Suten, Human, Meçidli, Aşıklı, Karakoç, MahmudKaği; Keyvan bölgesi: Sığasağ, Seferli, Bydı, Kızıl Yol; Keleyber bölgesinde: Kalla, Mahmudabad, Güldür, Heyran, Sarıdere, Çeri, Şirna, Vine, Koğma, Karçı vb.)

Miyana ve çevresi (Ağça Kışlak, Balaşkendi, Avşar vb.)

Serap (Endis köyleri vb.)

Marağa (Neva, Kasımkendi vb.), Melikan, Kazvin ve etraf kasabaları (Abeklu, Cerendek, Suludere, Âşık Hisar, Karaku salar, Karadaş Kalesi, Sıçanlu, Behzavuç, köyleri ve Kazvin şehri)

Hemedan ili (Hemedan şehri ve Kişen, Hemedan’ınEsedabad bölgesindeki Menderova ve Veliabad)

Nehavend ve çevresi (Encire, Şatırabad, Emirabad, Sultanabad vb.)

Melayir (Sultanabad, Gelhe Ali Murad vb.)

Tuyserkan (Gelgel, Şehnabad, Kender vb.) ve Zencan ve Hameden arasındaki Rezn ve Avec bölgelerinin bir kısmında Ehl-i Hak Kızılbaşları dağınık vaziyette yerleşmiş durumdalar.

Zencan ili (Zencan ve Enguran bölgesinde ve Zencan’ın çevresindeki başka birkaç köyde Ser talebiler ayrıca bu iki il arasındaki bazı köylere yerleşmişler.)

Takap veya Dikantepe ve çevre bayındırlıkları (Yukarı ve Aşağı Kutan köyleri ve Avşar bölgesi, Tazabad, Kazımabad, Hoşmakam vb.)

Söylemek gerekir ki Türk dilli Ehl-i Hak Kızılbaşların birçoğu Tahran ve çevresinde yaşıyor.

2) Bahaî İnancı

İran İslam Cumhuriyeti, 1979 Devrimi’nden bu yana aralıksız olarak dinî ve mezhebi azınlıkları özellikle Bahaî inancına mensup insanları yok etme politikasını sürdürmekte ve rejim her aşamada söz konusu inanç ve bu inancın mensuplarına yönelik güvenlikçi görüşü ve yaklaşımını sürdürmektedir. Bahaî inancı ile mevcut bilgiler o kadar çelişkilidir ki doğruyu yanlıştan ayırmak oldukça zor ve neredeyse imkânsızdır. Ancak bizim açımızdan önemli olan şu ki günümüz dünyasında Bahaî inancının tarihçesi ve bir inanç olarak ortaya çıkması dikkate alınmadan bir inanç olarak kabul edilmiştir ve dünyanın birçok yerinde kurum, kuruluş ve nüfusa sahip olmuştur. Bu bakımdan Bahaî inancına yönelik İran İslam Cumhuriyeti’nin ayrımcı ve gaddarca yaklaşımı ve bu yaklaşımın en önemli dayanağı olan sistemin yasal ve ideolojik köklerinin tutumu tamamen güvenlikçi bir politika üzerine kurulmuştur.

Bu nedenle bu bölümde Bahaî inancının inanç çerçevesi ile ilgili kısa bilgiler vereceğiz.

İran’da Bahaî inancı 19. yüzyılda ortaya çıktı. Hâlihazırda Bahaîlerin merkezi Hayfa şehrindedir. Bahaî inancı Bahaullah adı ile bilinen Hüseyin Ali Nuri tarafından kurulmuştur. Bahaî inancı Babiye inancından ayrılmıştır. Babiye inancı, Bab olarak tanınan Ali Muhammad Şirazi tarafından kurulmuştur. Şirazi İran’da kâfir hükmü ile idam edildikten sonra ona bağlı insanlar Osmanlı topraklarına sürgün edildiler ve İstanbul’da Osmanlı sultanının talimatıyla yoğun güvenlik önlemleri çerçevesinde kısa süreliğine hayatlarını sürdürdüler ve Şirazi’ninSüphi Ezel adındaki halefi öldükten sonra Mirza Yahya Devletabadi, Babiye’nin tüm liderlerini Şiiliğe geri getirdi. Yukarıda belirttiğimiz gibi Hüseyin Ali, Süphi Ezel’in kardeşi idi ve bu iki tarikat arasında çok sert bir rekabet vardı. Bu yaşanan sert çatışmaların ardından Bahaîliğin merkezi Hayfa’ya intikal etti.

Bahaîliğin inanç sistemi özet olarak şu şekilde açıklanabilir: Tek Tanrı ve ortak din, insanlığın birliği, taassuplardan kurtulmak, insan türünün zati onuru, dinî gerçeklerin yavaş yavaş ortaya çıkması, ruhani niteliklerin geliştirilmesi, hizmet ve ibadetin birleşmesi, kadın erkek eşitliği, din ve bilimin uygunluğu, insani çabalarda adaletin merkezde olması, eğitimin önemi ve insanın ergenlik çağına yakınlaşması ile kişileri, toplumları ve kuruluşları birbirine bağlamalıdır. Bahaî inancı, 100 binin üzerinde dünyanın birçok bölgesinde yerleşmiş durumdadır.

İran’daki Bahaî toplumlu İran İslam Devrimi öncesine kadar herhangi bir sorun yaşamadan yaşamlarını devam ettiriyorlardı ancak Devrim’den ve Şii egemenliğinin iktidara gelmesinden sonra Bahaî inancı da diğer dinî ve mezhebi azınlıklar gibi zulme ve ayrımcılığa maruz kaldı.

3) Mendaiyan (Sabein)

Mendai dinine mensup insanlar, kendilerini vaftiz eden Hazreti Yahya’ya bağlı olarak biliyorlar ve pazar günlerinde akarsularda yapılan vaftiz olayı onların ibadetlerinden biri sayılmaktadır. Mendailer, İran, Irak ve Suriye gibi ülkelere dağılmış durumdalar. İran’da “Saebin” adıyla da bilinen “Mendailer” Huzistan ilinde ve daha çok Ahvaz şehrinde yerleşmişler ve 200 bin civarında bir nüfusa sahiplerdir. Menda kelimesi Aramice bir sözcük olmasına rağmen bu dine mensup insanlar, kendilerini asil Aryen ırkından olduklarını söylüyorlar. Bu nedenle kapalı bir toplumdurlar ve dinî propaganda ve dışarıdan evlenmeyi dinlerine aykırı olarak değerlendiriyorlar. Mendaiyan’ın kendilerine özgü yazıları, dilleri, peygamberleri ve kutsal kitapları vardır. Yani dinî bir grup olmalarının dışında etnik bir grup olarak da değerlendirilmektedirler ve yukarıda belirtildiği üzere bu dine mensup insanlar kendilerini Aryen olarak adlandırıyorlar. “GenzaRaben” veya “Gök Hainesi” Mendaiyan’ın kutsal kitaplarının adıdır.

Kur’an’da “Saebinlerin” kitap sahibi oldukları belirtilmiştir. “Gencur”, Mendaiyan’ın en üst dinî rütbesidir. Hâlihazırda İran İslam Cumhuriyeti Dinî Lideri Hameney’in olumlu yaklaşımı ve yine Hamaney’inSaebin hakkında Kur’an ayetlerine dikkat çekmesi nedeniyle bu dine mensup insanlar ayinlerini ve ibadetlerini özgürce yerine getirebilmektedirler ve bu konuda herhangi bir olumsuz ve ayrıştırıcı tavır rapor edilmemiştir.

4) Türk olmayan Sofi ve Ehl-i Hak Mektepleri

İran’da Ehl-i Hak olarak da bilinen Sofi mekteplerinin kısmen birbirinden farklı olmakla birlikte çeşitli isimlerde birçok çeşidi vardır. Belirtildiği üzere çok fazla çeşitlilik nedeniyle bu bölümde sadece birkaç mektebe değinmekle yetinilecek. Son yıllarda birçok basında haberlere konu olan Sofi mektebi, aslında Sofi tarikatının kollarından biri olan “Nimetullahi” veya “DeravişGonabadi” mektebidir ve “SeyyidNureddinşahNimetullah” tarafından kurulmuştur. Bu mektep, Sofi mektebinin en önemli mekteplerinden biri sayılmaktadır. Sofiliğin diğer mekteplerinden “Yarsan” mektebine işaret edilebilir. Bu mektep yaklaşık on bir aileden oluşmakta ve doğal olarak on bir isimli adlarla İran’da bulunuyorlar.

5) Ateistler ve Dinsizler

Son yıllarda ve özellikle medyanın ve internetin yayılmasıyla birlikte İran’da dine inanmayan, ateist veya deist adıyla bilinen bir kesimin ortaya çıktığını görüyoruz. İran’daki bu kesimle ilgili ne resmî ne de gayriresmî bir veri yoktur. Ancak bu makalenin ilk bölümünde değinildiği üzere İran İstatistik Merkezinin resmî verilerine göre 2006-2011 yılları arasında hangi inançtan olduğunu belirtmeyen yaklaşık 200 bin kişi görünmektedir. Bu rakamın yüzde kaçının bu kesimi kapsadığı net olarak bilinmemektedir ama İran devletinin bazı dinî ve resmî yetkilileri tarafından yapılan birçok açıklamaya göre son yıllarda bu kesimin sayısının arttığı çıkarımı elde edilmiştir. İmam Humeyni Eğitim ve Araştırma Enstitüsü Başkanı Ayetullah MisbahYezdi, Eğitim Bakanlığı müdürlerine yaptığı açıklamada nicel olarak bu kesimin sayısının arttığı ile ilgili tehlikeye değinerek, “Dinsizlik, toplumu tehdit etmektedir.” ifadelerini kullanır. Son yıllarda İran’ın farklı şehirlerindeki Dinî Lider Hameney’in temsilcilerinin açıklamaları, ateizmin İran’da arttığını ve bu konunun devletin dinî ve resmî yetkililerini kaygılarını göstermektedir.

Azınlık ve Anayasa’nın Bakışı

Her şeyden önce belirtmemiz gerekir ki İran İslam Cumhuriyeti Anayasası’nın azınlıklarla ilgili yaptığı tanımlama dünyanın hiçbir yerinde görülmemiş bir tanımdır. Genel olarak azınlık ile ilgili farklı tanımlar yapılmıştır ancak dinî ve mezhebî azınlıklar hakkında en anlaşılır tanım, kuşkusuz FlicksArmakura tarafından yapılmıştır. Armaura, “Dinî ve mezhebi azınlıklar, mezhepleri ülkenin resmî mezhebi olarak kabul edilmemiş gruplardır veya halkın büyük çoğunluğu bu mezhebe katılmamıştır. Bir dinî azınlık, mezhebî ayinlerini yerine getiren mensupları olmadan, var olması imkânsızdır.” der. Birleşmiş Milletler Teşkilatının birçok arşivinde azınlıklarla ilgili mevcut faktörlerin ve tanımların incelenmesi gösteriyor ki bir ülkede hâkim gruplarla dil, etnik, dinî ve mezhebi özellikler açısından farklı olan gruplar dil, etnik, dinî ve mezhebî azınlık olarak tanımlanmaktadır. İktidara ortak olma konusu, azınlık olarak belirli bir grubun ayırt edici özelliklerinden biridir. Başka bir deyişle bir grup tarafından azınlığın tanımlanmasında dil, etnik, inanç, dinî ve mezhebî farklılıklar gerekli şart ise ülkenin siyasi egemenliğinde azınlık bir grubun yer almaması da yeterli şartı oluşturur. Bazı kuramcılar tarafından geleneksel azınlıkla ilgili tanımda nicel faktörünün gündeme gelmesi ve azınlığı nicel olarak çoğunluktan kısmen az tanımlamaları aslında azınlığın kelime anlamını esas almış ve tanımlamışlar. Daha kapsamlı tanımlarda azınlık, belirgin bir faktör olarak gündeme gelmemekte ve işaret edildiği gibi dil, etnik, kültürel, dinî ve mezhebî farklılıkları ve hâkimiyete siyasi ortak olmamak bu kavramın temeli olarak ileri sürülmektedir.

Dinler ve Mezheplerle İlgili İran Ceza-Medenî Kanunu ve Anayasa’daki Maddeler  

1) Ceza ve Medenî Kanunu ve Anayasa’nın İdeolojik Dayanağı Olarak İslam Şii Fıkhı

İran’daki dinler ve mezhepler hakkında İran Ceza Kanunu ve Anayasası’ndaki maddelerle ilgili tartışmaya girmeden önce Anayasa’nın teorik temellerini ve buna bağlı olarak İran’da ceza ve medeni kanunlar hakkında bilgi sahibi olmamız önem arz etmektedir.

İslam Şii Fıkhı hükûmeti olarak İran İslam Cumhuriyeti yönetiminin esasını oluşturan İran Anayasası’nın maddelerini, ceza ve medenî kanunlarını anlamak, böylesi önemli bir sistemi anlamadan kesinlikle imkânsızdır. Devrim sonrası yazılan Anayasa’nın ideolojik ve düşünsel dayanağı ve temeli tamamen İslam Şii Fıkhı ve Ayetullah Humeyni’nin mutlak Velayet-i Fakih teorisi ve düşünceleri üzerine olmuştur. İran’dan on beş yıl uzak kaldıktan ve Fransa’da ikamet ettikten sonra 1979 yılında İran’a dönen Ayetullah Humeyni, Devrim’in başarıya ulaşmasında önemli rol oynayan Müslüman Halk Cephesi ve sol gruplarını dinî hükûmete karşı oldukları gerekçesiyle yok etmeye başladı ve İran’da ilk kez Şii hükûmetinin temellerini attı. Daha sonra Şii fıkhından hareketle kendisinin Mutlak Velayet-i Fakih teorisi esasında ideolojik ve dinî bir hükûmet çerçevesinde İslam hükûmetini kurdu. Böylece bu husus dikkate alınarak İran Anayasası, ceza ve medenî kanunu yazıldı.

Son yüzyılda İran’da meydana gelen diğer hareketler karşısında bu inkılabın temel özelliği, belirli bir öğretiye (doktrine) bağlı ve İslami oluşudur.. Anayasa maddeleri, giriş kısmı ve İslami hükûmetin çeşitli organlarının resmî görüşleri hakkında yapılan farklı yorumlarda, rejimin ideolojik bir rejim olduğuna açık bir şekilde işaret edilmiş ayrıca asil fikri açıdan İslami dünya görüşüne geri dönme konusuna vurgu yapılmıştır. Ayrıca “ان هذه امتکم واحدة وانا ربکم فاعبدون” ayetine vurgu yaparak İran İslam Cumhuriyeti’nin hedeflerini İran’ın resmî sınırlarının dışına taşıyarak dünyada İslam ümmeti birliğinin kurulmasını rejimin en önemli hedeflerinden biri olarak tanımlamıştır. Dolayısıyla, kamu yönetiminin ilkelerini açıklaya­cak olan yasama, Kur’an ve sünnet yörüngesinde dönmektedir.

İran Anayasası’nın 4. Madde’si, net bir şekilde ceza ve medeni kanunların İslam hukukuna dayalı olduğunu ve İslami ilkeler esasında yazıldığına vurgu yapmaktadır.

4. Madde: Medeni, ceza, mali, iktisadi, idari, kültürel askerî, si­yasi ve diğer bütün kanun ve kararlar İslami ölçülere dayanmalıdır. Bu madde kayıtsız şartsız olarak Anayasa’nın bü­tün maddelerinin ve diğer kanun ve kararların üs­tündedir ve bu hususun tespiti ve belirlenmesi, Koruyucular Konseyi (Şura-i Nigehban) mensubu olan fakihlerin uhdesinedir.

ran İslam Cumhuriyeti Yüksek Yargı Konseyinin 1360 yılında yasaların, yönetmeliklerin ve benzeri gibi hususların İslam kurallarına aykırı olduğuna dair mektubuna cevaben İran Anayasa Koruyucular Konseyi’nin yorumu dikkate değerdir:

“Anayasa’nın 4.Madde’sinden anlaşılan şu ki tüm alanlardaki kanunların ve kuralların tamamı İslami ilkelere uygun olması gerekir ve bu görev Koruyucular Konseyi fıkıhçıları (hukukçuları) tarafından yürütülmektedir. Böylece mahkemelerde uygulanan kanun ve kurallar, Yüksek Yargı Konseyi tarafından İslami kurallara aykırılığı tespit edilirse İslami ilkelere uyup uymadığının araştırılması ve belirlenmesi için Koruyucular Konseyi hukukçularına gönderilir.”

Burada oldukça önemli olan husus şu ki Anayasa metninde ciddi değişikliklerin yapılmasının imkânsız olmasıdır. Günümüz dünyasında ideolojik kavramlar dışında demokratik sistemlerle yönetilen birçok ülkedeki insan hakları gibi ciddi kavramlara ayak uydurmak, bu dönemde İran Anayasası’nda ciddi değişikliklerin yapılmasını kesinlikle imkânsız kılmıştır. Ayrıca “Milletin Egemenlik Hakkı ve Bundan Doğan Güçler” başlığındaki 5. Bölüm’ün 72. Madde’si dikkate alındığında dünyada çağdaş insan hakları sistemine uyum sağlama konusunda İran kanunlarında ciddi değişikliklerin yapılamaması gerçeğini ve hukuk yorumcuların, hukukçuların ve kanun koyucuların kanunlarda değişiklik istediklerini daha iyi anlamak yararlı olacaktır.

Anayasa’nın 72. Madde’si, ülkenin Anayasa’da kayıtlı resmî dinî hükümlere ve ilkelere vurgu yaparak Millî Şura Meclisine, sözü edilen ilkelere aykırı düşen kanunlar çıkarmasına kesinlikle izin vermiyor.

2) Anayasa’da Resmî Mezhepler ve Dinler

Bu makalenin ilk bölümünde İran Anayasası’nda dinî ve mezhebi azınlıklar ve söz konusu azınlıklarla ilgili İran Cumhuriyeti’nin resmî görüşü hakkında özet olarak ifade ettiğimiz gibi İran İslam Cumhuriyeti Anayasası net bir şekilde İran’daki mevcut dinler ve mezhepleri resmî ve resmî olmayan iki gruba ayırmaktadır. 1979 Devrimi’nden sonra İslami Şii Fıkıh esasında yazılan ve onaylanan Anayasa, ceza ve medenî kanunlarda İslam dışındaki dinler arasından sadece üç dinî azınlık, resmen tanınmaktadır. Anayasa’nın 13. Madde’si net bir şekilde dinî azınlık olarak İranlı Zerdüştiler, Museviler ve Hristiyanlar şeklinde tanımlamaktadır. Yalnız Zerdüşti, Musevi ve Hristiyan İranlılar kanun çerçevesinde dinî merasimlerini icrada serbest olan azınlıklardır ve ahval-i şahsiye ile dinî öğretimlerinde kendi geleneklerine göre davranabilirler. Ayrıca Anayasa’nın 12. maddesi, İran’ın resmî dininin İslam dini (İslam ve Caferi-i İsnaaşeri) bu maddenin sonsuza değin değiştirilemez olduğunu nitekim Ehl-i Sünnet ve Zeydiye gibi diğer İslami mezheplerin de tam saygınlığı hak ettiklerinin altını çizer.

 “İran’ın resmî dini İslam dini ve Caferi-i İsnaAşeri ve bu madde sonsuza değin değiştirilemez. Hanifi, Şafii, Maliki, Hanbeli ve Zeydiye gibi diğer İslam mezhepleri de tam saygınlığa haizdirler ve bu mezheplerin mensupları kendi fıkıhlarına göre dinî merasim icrasında serbesttirler ve dinî eğitim ve öğretimleri ile ahval-i şahsiye (evlenme, boşanma, miras ve vasiyet) ve mahkemelerde buna ilişkin davalarda resmen tanınmış olup, bu mezheplerden herhangi birinin çoğunlukla olduğu yörelerde şuraların yetki sınırı içindeki mahalli kararlar diğer mezhep mensuplarının haklarını dikkate almak kaydı ile o mezhebe uygun olacaktır.”

Anayasa tarafından dinî azınlıklar, “tanınıyorlar” ibaresiyle kabul edilmişler ve aynı maddede geçen haklardan yararlanma imkânına sahip olmuşlar. İslam fıkhında, Şii mezhebi “Ehl-i Kitap” ve “Ehl-i Zimme” olarak tanımlanmış ve ilahi bir mezhep olarak tanıtılmıştır. Söz konusu madde ile yapılan birçok yorumda din âlimleri ve yorumcularının birçoğu, dinlerin bu bölünmesini Kur’an ayetlerinden kaynaklandığını ileri sürüyor ve Kur’an ayetlerine dayanarak 12. Madde’yi bu şekilde yorumluyorlar. Ehl-i Kitap özel olarak Yahudi ve Hristiyan dinleri için de geçerlidir. Zerdüştiler, Kur’an’da geçen “Mecus” kelimesine işaret ederek resmî bir din olduklarını söylüyorlar.

İran İslam Cumhuriyeti Anayasası,Ehl-i Sünnet ve Zeydiye mezhebine ait dört mezhebin adını vererek söz konusu mezheplerin saygınlığa haiz olduklarını belirtmektedir. İran İslam Cumhuriyeti tarafından dinlerin resmen tanınması ve saygınlığı hak eden mezheplerin özgürlüğü çerçevesinde bu iki maddenin son kısımları dikkate alındığında genel olarak az bir farkla eşit bir hukuka sahip oldukları görünmektedir. Dinî ve mezhebî merasimlerinin gelenek ve fıkıhlarına göre yapılması, dinî eğitim ve öğretimleri ve ahval-i şahsiye de özgür olmaları. Anayasa’nın 12. Madde’sindeEhl-i Sünnet mezhepleri için ahval-i şahsiyeyispesifik olarak evlenmek, boşanmak, miras ve vasiyet şeklinde tanımlamıştır. Oysaki Anayasa’nın 13. Madde’sinde de üç dinî azınlık için ahval-i şahsiye ile ilgili serbestlik zikredilmiştir. Ancak bu konu 12. Madde’de olduğu gibi net bir şekilde ifade edilmemiştir. Anayasa’nın 13. Madde’si, söz konusu hukuku “Hudud- i Kanun” terimiyle sınırlandırmış, oysaki hiçbir madde ve bentte bu kanuni sınırlar belirtilmemiştir. Başka bir deyişle bu maddede üç din için zikredilen serbestlik, kanuni sınırda ifade edilmiş ancak bu sınırların ne olduğu belirtilmediği için müphem kalmıştır. Öte yandan yazara göre demokratik bir kanunda, azınlıkların bireysel özgürlükleri meselesinin gündeme getirilmesi gereksizdir, çünkü Anayasa’nın ikinci bölümünde Millet Hukuku başlığıyla vatandaşların ve tabi olanların bireysel özgürlüğü tüm eksikliği ve temel hatalarına rağmen gündeme getirilmiş ve ifade edilmiştir ve azınlıklarla ilgili bu özgürlüklerin yeniden gündeme getirilmesi ve ileri sürülen özgürlüklerin esasen var olmayan kanunların sınırına dâhil edilmesi veya böyle bir sınırın varlığı düşünülürse bunlar o kadar eksik ve müphemdirler ki bu kanunlarla ilgili çeşitli yorumlar bizzat azınlıkların özgürlüklerini sınırlayan bir olaya dönüşüyorlar.   

Anayasa’nın 12. Madde’sindeZeydiye ve dört Ehl-i Sünnet mezhebinin resmen tanınmış diğer üç dine göre tek üstünlüğü “Onlarla ilgili davaların mahkemelerde resmiyete tanınması” konusudur ve bu hak, mezheplerin yerleştikleri bölgelerde nicel çoğunlukla sınırlı kalmaktadır.

Bu tür belirsizlikler sadece bu madde ile sınırlı kalmamaktadır. Anayasa’nın birçok yerinde hassas konularla ilgili belirsizlikler açıkça göze çarpmaktadır. Örneğin; Anayasa’nın 14. Madde’sinde bu belirsizlik net bir şekilde görünmektedir. Anayasa bu maddede Kur’an ayetlerine dayanarak İran İslam Cumhuriyeti ve Müslümanlarını, gayrimüslimlere İslam’ın iyi ahlak kuralları, dürüstlük ve İslami adaleti çerçevesinde muamele etmelerini ve onların insani haklarını riayet etmekle görevlendirir. Devamında da İslam ve İran İslam Cumhuriyeti aleyhine komplo ve girişimde bulunma konusunu ileri sürerek bu maddenin İslam ve İran İslam Cumhuriyeti aleyhine komplo girişiminde bulunanlar hakkında geçerli olmayacağını belirtir. Anayasa; iyi ahlak, dürüstlük ve İslami adalet hakkındaki açıklamada net bir tanım ortaya koymamaktadır ve açıkça Müslümanların ve İran İslam Cumhuriyeti’nin gayrimüslimlere nasıl davranacağını ve genel olarak dürüstlük ve İslami adaletin ne olduğunu belirtmemektedir. İslami mezheplerin ve tarikatların çeşitliliği dikkate alındığında bu konudaki belirsizlik, bazen zıt yorumların ortaya çıkmasına neden oluyor.

Söz konusu 14. Madde’nin dışında Anayasa’nın diğer üç maddesi de 13. Madde’de işaret edilen dinî azınlıklar konusuna değinmiştir. Anayasa’nın 26. Madde’si; partilerin, derneklerin, siyasi, sınıfsal ve İslami kuruluşların veya tanınmış dinî azınlıkların bağımsızlığı, hürriyeti, millî birliği, İslami ilkeleri ve İslam Cumhuriyeti esasını ihlal etmedikçe serbest olduğunu beyan eder.

Ayrıca İran İslam Cumhuriyeti Anayasası’nın 64. Madde’si, her bir dinî azınlıkla ilgili İslami Şura Meclisi milletvekili sayısını da belirtmektedir. “…Zerdüşti ve Museviler birer temsilci, Asuri ve Keldani Hristiyanlar birlikte bir temsilci ve güney ve kuzeydeki Ermeni Hristiyanlar da birer temsilci seçebilir. Seçim bölgelerindeki seçmen sayısı ile temsilci sayısını kanun belirler.”. Anayasa’nın 67. Madde’sinde, milletvekillerinin yemini ve İslami Şura Meclisinde milletvekillerinin nasıl yemin edecekleri konusu yazılmış ve son kısmında ise dinî azınlıklarına mensup milletvekillerinin nasıl yemin edeceklerine dair bilgi yer almıştır: “…Dinî azınlıkları temsil eden milletvekilleri bu andı kendi semavi kitaplarını anarak yerine getirecekler.”

 Böylece Anayasa’nın azınlıklar ve onların haklarıyla ilgili değindiği konuları yukarı da aktardık. İleri sürülen tüm ilkeler araştırılıp incelenince müphem kalmış “Hudud-i Kanun” terimi veya “İslam ve İran İslam Cumhuriyeti karşıtı”, “onların çıkarları” gibi cümleler net bir şekilde göze çarpmaktadır. Bu tür müphem cümleler, Anayasa’nın ve Şii hâkim fıkhının İslami mezhepler ve İslam dışındaki dinler konusundaki ayrımcı yaklaşımı, birçok yorumun ve özellikle birbirine zıt yorumların ortaya çıkmasına ve bunun sonucunda Yüksek Öğretim ve Millî Eğitim Kurumu ve Yasama, Yürütme ve Yargı erki gibi devlet organlarında çok yönlü ve çelişkili politikaların oluşmasına neden oldu. Önceki bölümde de işaret edildiği üzere İran İslam Cumhuriyeti kurulduğu günden itibaren devrimci ideolojiyi kanuni ve temel görevi olarak benimsedi ve bu doğrultuda pratik faaliyet yürütmeye başladı ve devrim hedeflerine ulaşma yolunda astronomik bütçe harcadı. Şimdi diğer dinler için dinî propaganda ve duyuruyu İran Cumhuriyeti aleyhine casusluk ve komplo girişimi olarak değerlendiren İran rejimi, her aşamada çok ciddi ve gaddarca bir tutum sergilemektedir. Bu konu, irtidad bölümünde detaylı bir şekilde ele alınacaktır. Kanundaki belirsizlikler ve azınlıklar konusunda İran İslam Cumhuriyeti istihbarat teşkilatlarının manevraları ve güvenlikçi-siyasi yaklaşımları kuşkusuz, yapılan birçok yorum ve devrimin ilk yıllarında azınlıklar konusundaki Ayetullah Humeyni başta olmak üzere son dönemlerdeki müçtehitlerin Şii düşüncelerinin -Anayasa’nın yazılmasında da bu düşünceler büyük rol oynamıştı- doğrudan etkisi altında kalmıştır. Bu nedenle İran’ın güvenlikçi ve siyasi görüşlerini ortaya koymak için Ayetullah Humeyni başta olmak üzere bazı din âlimlerin, Koruyucular Konseyi gibi etkili devlet kurumunun ve dinî toplulukların görüşleri ve hükümlerini kısa da olsa açıklamak yararlı olacaktır.

Dinî ve mezhebî azınlıklarla ilgili Ayetullah Humeyni’nin görüşlerini iki döneme ayırmak mümkündür. İlk bakışta verdiği röportajlar ve ileri sürdüğü görüşler arasında bir fark olmadığı görünür ancak biraz dikkatli bir şekilde incelenince devrim öncesi ve devrimin ilk yıllarındaki görüşleri ile devrim sonrası görüşleri arasında köklü bir farkın olduğunu görmüş olacağız.

Devrim öncesi yıllarda ve dinî bir hükûmet olarak İran İslam Cumhuriyeti’nin ilk kuruluş yıllarında gerçekleşen haber-basın toplantılarında ve röportajlarda özellikle Ayetullah Humeyni’nin olduğu çeşitli konuşmalarda kendisine İran’ın dinî hükûmetinin mahiyetinin ne olduğunu, hükûmetin geleceğine dair, Velayet-i Fakih hâkimiyetinde ve dinî hükûmette mezhebî ve dinî azınlıklar hakkında birçok soru sorulmuştur. Mezhebî ve dinî azınlıkların çeşitli cemiyetleri ve yabancı basın mensupları tarafından o yıllarda Ayetullah Humeyni ile yapılan birçok toplantıda sivil, kültürel, toplumsal, siyasi hukuk, inanç ve ifade özgürlüğü, azınlıkların mal ve can güvenliği gibi birçok konu gündeme gelmiş ve bu konular hakkında Ayetullah Humeyni tarafından o dönemde kesin ve açık cevaplar verilmiştir.

“Biz doğal olarak başkalarının mezhebî inançlarına, en çok diktatör bir rejim devrildikten ve özgür bir rejim iktidara geldikten sonra saygı duyarız. Mezhebi azınlıkların ve çoğunluğu Müslümanlardan oluşan halkın yaşam koşulları daha da iyi olacak.” (Sahife-i İmam, c. 4, s. 3)

“İslam herhangi bir din ve inançtan daha çok mezhebi azınlıklara özgürlük vermiştir. Onlar da Allah’ın tüm insanlara bahşettiği doğal haklarından faydalanmalılar. Biz en iyi şekilde onları koruyacağız. İslam Cumhuriyeti’nde komünistler de özgürce düşüncelerini ifade etmekte serbesttirler.”

“İran İslam Cumhuriyeti diğer mezheplerin mezhebi çalışmalarını özgürce yapmalarına izin verecek mi?” sorusuna Ayetullah Humeyni, 27 Kasım 1979 tarihinde kesin ve çok net bir şekilde yeni kurulmuş hükûmetin ve yeni kurulmuş Velayet-i Fakih hâkimiyetin çıkarlarını dikkate alarak hiçbir azınlığın adını zikretmeden tüm din ve mezheplerin kayıtsız ve şartsız özgür olduklarını belirterek, “Evet, İslam hükûmetinde mezhebi azınlıkların tamamı, özgürce mezhebi ritüellerini yerine getirmekte serbesttirler ve İslam hükûmeti, onları en iyi şekilde korumakla yükümlüdür.” cevabını verir.

Konuşmasının başka bir bölümünde, mezhebi azınlıkların tüm toplumsal ve dinî konularda özgür olduklarını vurgulayan Ayetullah Humeyni, İslam hükûmetinin onların güvenliği ve hukukunu savunmakla yükümlü olduğunu belirtmektedir:

“İran’daki mezhebî azınlıkların tamamı, özgürce dinî ve toplumsal geleneklerini icra etmekte serbesttirler ve İslam hükûmeti, onların güvenliği ve hukukunu savunmakla yükümlüdür, onlar da İran’ın diğer Müslüman halkı gibi İran vatandaşılar ve saygınlar.”

Anlaşıldığı üzere Ayetullah Humeyni, İslam hükûmeti daha kurulmadan önce veya kurulum aşaması sırasında ortaya koyduğu görüşlerde liberal bir yaklaşım sergilemiş ve kayıtsızşartsız ve ama eğersiz net bir şekilde dinî ve mezhebi azınlıkların haklarını tanımıştır. Yaklaşık kırk yıl geçtikten sonra, İran İslam Cumhuriyeti tarihinin farklı dönemlerinde azınlıklarla ilgili İran Cumhuriyeti’nin siyasi ve güvenlikçi yaklaşımının gün yüzüne çıkması ve Velayet-i Fakih esasına dayalı dinî bir hükûmetin kurulduğu günlerde Ayetullah Humeyni’nin diplomatik edebiyatının incelenmesi, Humeyni’nin İran İslam Cumhuriyeti iktidarının temellerinin sağlam zemine oturduktan sonra ortaya koyduğu görüşlerindeki köklü değişimi ve farkı ortaya koymaktadır.

“İran’da yaşayan Yahudilere kimsenin saldırı hakkı yoktur. Bunlar İslam ve Müslümanların güvencesi altındadırlar. Ne Yahudilere ne de Hristiyanlara. Resmî mezhebe sahip olanlara kimsenin saldırmaya hakkı yok.”

Göründüğü üzere “resmî mezhep” kavramı bu söylemde Ayetullah Humeyni tarafından kullanıldı, Hristiyan ve Yahudi gibi resmî mezheplerin haklarına saldırmamayı bir talimat olarak zikretti. O dönemden itibaren çeşitli din ve mezhep resmî ve resmî olmayan veya tanınmış ve tanınmamış dinler ve mezhepler olarak ayrıldı ve daha sonraları önceki söylemlere bazı ilaveler de yapıldı.

“İslam, her zaman mezhebî azınlıkların meşru haklarının savunucusu olmuş ve olmaktadır. Mezhebî azınlıklar İran İslam Cumhuriyeti’nde özgürler ve özgürce kendi ritüellerini icra edebilirler ve İslam hükûmetinde diğer vatandaşlar gibi ‌görüşlerini özgürce ifade etmekte serbesttirler.”

Ayetullah Humeyni’nin beyanatlarındaki mezhebî azınlıkların “meşru hukuku” terimi dikkate değerdir. Özgürlük kavramı, kanun sınırları içerisinde dünyanın en demokratik toplumlarında bile sınırlandırılmıştır. Ancak farklı kesimlerle ilgili ırk, inanç ve siyasi inanç temeline dayalı İran İslam Cumhuriyeti hukukunun katmanlarında tanımlanan özgürlüğün sınırları, İran’ın dinî düzeninde açıkça ayrımcılığı gösterir. İran toplumunda her kesimin (özellikle etnik, dinî ve mezhebi azınlıklar) özgürlük sınırı maalesef etnik ve inanç profili temeline dayanarak tanımlandığını görmekteyiz. Yukarıda verilen örnekte de “meşru hukuk” terimi de tam olarak bu gruplanmadan ibarettir. Ayetullah Humeyni açısından meşru hukuk olarak tanınan hukuk, çok müphem bir şekilde sadece 12 ve 13. maddelerde verilmiştir. Ayrıca “meşru hukuk” kavramının yanında karşıtı yani “meşru olmayan hukukun” da tanımlanması gerekir. Yazar açısından söz konusu meşru olmayan hukuku tanımlamak istersek İran İslam Cumhuriyeti ve özellikle Ayetullah Humeyni açısından meşru olmayan bu hukukun başında dinî propaganda ve duyuru yapmak ardından kilise ve sinagogların yapımı, içki tüketimi ve karşıt cinsle özgürce ilişkiye girmek gibi konular gelmektedir.

Kuşkusuz mezhebî-dinî azınlıkların propagandası fıkıh alanında hiçbir şekilde hoşgörü kabul etmeyen en tartışmalı konulardan biridir. Duyuru konusunda tahammülsüzlük açık ve net bir şekilde görünmektedir. Bu konu hakkında Ayetullah Humeyni’nin net konuşması kesinlikle İran İslam Cumhuriyeti’nin kuruluşundan bu yana tüm azınlıklar konusunda İran’ın ayrımcı politikasını açık bir biçimde ortaya koymaktadır:

“Kâfirler (gayrimüslimler), ister zimmi ister gayrizimmiler İslam ülkelerinde ve toplumlarında yozlaşmış mezheplerini propaganda etmeye, saptırılmış kitaplarını yaymaya ve Müslümanları ve evlatlarını hükümsüz mezheplerine davet etmeye hakları yoktur. Böyle bir olay yaşandığı takdirde tazir edilmesi gerekir ve İslam devletlerinin yetkilileri her mümkün vesileyle bu işi önlemeliler. Bunlara ilaveten Müslümanlar, onların kitaplarından ve merasimlerinden uzak durmaları gerekir ve çocuklarına böyle merasimlere girip çıkmalarına izin vermemeliler. Onların saptırılmış kitaplarından ve mektuplarından Müslümanların eline ulaşırsa onları yok etmeleri gerekir.

Ayetullah Humeyni’nin Tahrir el Vasile’de fıkhi yazıları dikkate alındığında “kâfirler” teriminin gayrimüslim ve zimmi ve gayrizimmi anlamında kullanılması ayrıca onların mezheplerinin yozlaşmış adlandırılması diğer dinler konusundaki Şii fıkhı ve Ayetullah Humeyni’nin görüşlerini net bir biçimde yansıtmaktadır. Tamamen çelişkilerle dolu bu görüşler ve diğer mezhep ve dinlerle ilgili Velayet-i Fakih ve dinî hükûmet kurucusunun görüşü kesinlikle mezhebî-dinî azınlıklar hakkındaki İran İslam Cumhuriyeti’nin güvenlikçi-siyasi yaklaşımını net bir şekilde ortaya koymaktadır. Ayetullah Humeyni’nin görüşleri ile ilgili başka bir örnek ise Sahife-i İmam’ın 410 sayfasında verilmiştir. Humeyni, İslam devletini gerçek anlamda demokratik bir devlet olarak tanımlamakta ve bütün dinî azınlıkların özgür olduğunu ifade etmektedir. Ancak aynı zamanda İslam dini ve inanç bakımından Şii fıkhının üstünlüğü var sayılıp İslam dışındaki dinlerin itikadı açıdan İslam dinî ile rekabette oldukları düşünülürse İslam dininin diğer dinlere ve muhtemel propagandalarına bir cevap verme gerekliliği vardır. Oysaki Tahrir el Vasile’de geçen ve yukarıda işaret edilen satırlar, aşağıdaki satırlarla tamamen zıttır.

“İslam devleti gerçek anlamda demokratik bir devlettir, bütün dinî azınlıklar büsbütün özgürdürler ve herkes kendi düşüncesini ifade etmekte serbesttir. Tüm inançların cevabı İslam’da vardır ve İslam devleti, tüm bunları mantıkla cevaplandıracaktır.”

Bu yazının birinci ve ikinci bölümlerinde İran Anayasası açısından İran İslam Cumhuriyeti’nin dinî ve mezhebî azınlıklarla ilgili görüşünü ve fikrî dayanağı olan Şii mezhebini ele almaya çalıştık. Bu üçünün yanı sıra son bölümde, önceki iki bölümden elde ettiğimiz çıkarımlar doğrultusunda İran hakkında yayımlanan insan hakları ile ilgili raporlar ışığında devrim sonrasında gayriresmî dinler ve Şii dışındaki mezhebi azınlıklara yönelik İran İslam Cumhuriyeti’nin uyguladığı sistematik ayrımcılık ve şiddet olayları örneklerle açıklanmaya çalışılacak. İslam hukukunun en önemli konularından biri olan irtidad konusu da yazının başka bir bölümünde ele alınacaktır.

Önceki bölümlerde İran Anayasası’nda resmî ve resmî olmayan mezheplerin ve dinlerin konumuna ve söz konusu ideolojinin temel yapısı olan Şii fıkhını inceledik ve Anayasa maddelerine değinerek İran İslam Cumhuriyeti’nin kurulduğu günden itibaren bugüne kadar İran’da resmî ve resmî olmayan mezhepler ve dinlere yönelik yasal ve ayrımcılık yaklaşımını ele aldık.

İran’da adli ve hukuki yapıya dayalı olarak her alanda uygulanan ayrımcılığın oldukça şiddetli ve sistematik bir şekilde yürütüldüğü görülmektedir. Oysaki İran’ın toplumsal katmanlarında uygulanan bu ayrımcılık Anayasa, kanun ve kuralların desteği ile yapılmaktadır. Dinî ve mezhebî azınlıkların özellikle Anayasa açısından gayriresmî olarak tanımlananların durumu, ister istemez bir güvenlik ortamının oluşmasına yol açmaktadır. Dolayısıyla söz konusu azınlıklar tarafından mezhebi, kültürel veya toplumsal faaliyetlerin yürütülmesi İran yönetim açısından ulusal güvenliğe aykırı olarak değerlendirilmektedir. Hükûmetin yıllarca güvenlikçi ve ayrımcı yaklaşımının ardından olumsuz görüş ve şiddet kültürünün toplumda kurumsallaştığını ve yayıldığını görmekteyiz.

İran İslam Cumhuriyeti’ndeki tüm yasal alanlarda Şeriat kanunlarının ve Şii mezhebi ile ilgili kuralların yayılması ve genişlemesinden dolayı yönetim, söz konusu ayrımcılığa karşı çıkanlara yönelik düşmanca davranmaya başladı ve mevcut ayrımcılığa her türlü karşı çıkılmasını, hükûmet ve İslam’ın esaslarına muhalefet olarak tanımladı.

İran İslam Cumhuriyeti’nin İslami Ceza Kanunu’nun 500. Madde’si dikkate alındığında mevcut durum daha iyi anlaşılacaktır:

“İran’ın siyasi sistemi Şii mezhebi inançları esasında olduğu için diğer mezheplerin ve dinlerin her türlü misyonerlik faaliyetleri, Şii mezhebini reddetme anlamına gelmekte ve rejim aleyhindeki propaganda faaliyetleri suç sayılmaktadır.”

Anlaşıldığı üzere temel olarak İran İslam Cumhuriyeti’nin hukuki ve siyasi yapısı, Şii mezhebine inanıp inanmama esasında yazılmıştır ve tam anlamıyla Şii mezhebine bağlı kalıp itaat etmek, Anayasa’da tanımlanan vatandaşlık ve temel özgürlüklerden yararlanmanın tek yoludur. İslami Ceza Kanunu’nun 500. Madde’si net bir şekilde Şii dışındaki diğer dinlerin ve mezheplerin her türlü misyonerlik faaliyetlerini rejime karşı bir faaliyet olarak nitelendirmekte ve söz konusu faaliyetlerin bastırılmasını meşru kılmaktadır.

Yasal ve sistematik bir şekilde dinî ve mezhebî azınlıklara yönelik uygulanan ayrımcılıkları şöyle özetleyebiliriz:

Herhangi bir azınlığa mensup insanlar, İran’da lider olarak seçilme hakkına sahip değiller. Anayasa’nın 107. Madde’si gereği sadece birkaç Şii din adamı bu hakka sahip olabilir, ayrıca Anayasa gereği azınlıklara mensup insanların hiçbirinin liderlik konseyine üye olma hakkı da yok.

Cumhurbaşkanı ile ilgili Anayasa’nın 115. maddesi, cumhurbaşkanı adayı olacak şahısın İran İslam Cumhuriyeti’nin ve resmî mezhebinin esaslarını benimsemiş ve dindar olması gerektiğini belirtmektedir. Cumhurbaşkanı aşağıda sözü edilen koşullara sahip dindar ve siyasi şahsiyetler arasından seçilmektedir: “İran asıllı, İran tabiiyetinde, idareci ve tedbirli, iyi bir geçmişe sahip, İran İslam Cumhuriyeti’nin ve resmî mezhebinin esaslarını benimsemiş ve inanmış olmalıdır.” Söz konusu 115. Madde gereği ister resmî ister gayriresmî olsun dinî ve mezhebî azınlıklara mensup olanlar İran vatandaşı, liyakat ve uzman olmalarına rağmen Anayasa’da net bir şekilde belirtildiği gibi cumhurbaşkanlığı görevine getirilemezler.

Ayrıca Anayasa’nın 64. Madde’si gereği sadece resmî olarak tanınan dinî ve mezhebî azınlıklar İslami Şura Meclisinde temsilci bulundurma hakkına sahipler ve resmiyete tanınmamış azınlıklara mensup olanların Meclis’e girme hakkı yok.

Anayasa’nın 61. Madde’si, yargı organlarının İslami ölçülere göre kurulması ile ilgilidir. Söz konusu yasa, dolaylı olarak yargı organlarında hâkim vb. görevlere dinî ve mezhebi azınlıklara mensup insanların atanmasını engelliyor. “Yargı organlarının yetkisi, İslami ölçülere göre kurulması gereken adliye mahkemeleri vasıtalarıyla kullanılır. Bu mahkemeler davalara bakıp neticelendirir. Umumi hakları (amme hakları) korur, adaleti yapıp icra eder, ilahi had cezalarını uygular.”

Böylece dinî ve mezhebî azınlıklara yönelik uygulanan ayrımcılıklar ve tüm alanlarda Şii kuralları esasında anayasa, ceza ve medeni kanunlara istinat etmek Müslümanlar ile gayrimüslimlerin ve Şiiler ile Şii olmayan mezheplerin birbirinden uzaklaşmasına ve sistematik bir şekilde ayrımcılık politikasının yeniden tekrarlanmasına, İran’da toplumsal hasarların ortaya çıkmasına neden olacak. İslami mezhepler, azınlıkta ve çoğunlukta olan dinler arasında sistematik şiddetin ve olumsuzluğun oluşturulması ve azınlıkların medeni, mezhepsel ve kültürel hayatlarını sürdürmek için azınlıkların faaliyetleri ve propagandalarına yönelik çatışmacı ve güvenlikçi bir tutum sergileyip olumsuz tavır almak ve bunlara katlanamamak, oluşan toplumsal hasarın birkaç örneğidir.

Müslüman ve Şii Dışındaki Dinî Azınlıklara Karşı Uygulanan Ayrımcılık ve Şiddetin Somut Örnekleri

İran’da dinî ve mezhebî azınlıklarla ilgili İran İslam Cumhuriyeti’nin siyasi ve hukuki yaklaşımı, eşit ve makro politikaların ötesinde, ilgili azınlık hakkında farklı şekilde uygulanmaktadır. Tarihinin her aşamasında İran İslam Cumhuriyeti’nin, azınlıklar ve bunlara mensup olanlara yönelik toleranslı tutumu ve uyguladığı şiddetin oranı doğal olarak dış ve iç faktörle bağlı olarak değişmektedir. Ancak İran, siyasi akımların, yurt içinde ve dışındaki insan hakları örgütlerinin doğrudan baskısına bağlı olan bu faktörleri dikkate almadan insanlık karşıtı kimliğini aynen korumuş ve bugüne kadar durmadan devam ettirmiştir. Bu ayrımcılıklara karşı yurt içinde gerçekleşen çok sayıdaki protestolar sert bir şekilde bastırılmış ayrıca dış itirazlar ve insan hakları kurum ve kuruluşların uyarıları dikkate alınmamış ya da yetkililerin sert cevapları ve gerçekleri saptırmalarıyla karşı karşıya kalmıştır. Ancak bu makalede Dr. Ahmed Şerif’in raporlarına değinerek İran Anayasası ve kanunlarına hükûmetin resmî politikasının nasıl yansıdığını özet olarak ele alacağız.

Anayasa’da Şiilik dışındaki mezheplerin konumu hakkında daha önceki bölümlerde de değinildiği üzere Şiilik dışındaki mezhepler, özellikle Sünni ve Zeydiye mezhepleri tam saygın bir konumda bulunmaktadır. İran Anayasası açısından azınlık mezhebi olarak Sünni mezhebi tam anlamıyla saygın konumda bulunmasına rağmen, uygulamada Sünni mezhebine mensup insanlar ayrımcılık, orantısız şiddet, idam ve uzun süreli hapislere maruz kaldılar. İran’da Ehl-i Sünnet cemaatine, cami ve ibadet mekânlarının yapımına izin verilmediği gibi farklı dönemlerde mezhebi mekânları, camileri ve dinî okullar dahi tahrip edilmiştir. Örneğin; 1386 yılında Bocnurd şehrinde Ehl-i Sünnet cemaatine ait Cevadiye Camisi, 1372 (1994) yılında Meşhed’de Şeyh Feyz camilerinin tahrip edilmesi ve ardından Zahidan Cami’sinde bu tahribe karşı oturma eyleminde bulunanların öldürülmesi ve tutuklamaları, 1387 (2009) yılında ZabolAzimabad İmam Ebu Hanife Dinî Okulun tahrip edilmesi, 1387 (2009) yılında Gülistan kentinde Fazılabad Cami’sinin kapatılması, Ehvaz’dakiEhl-i Sünnet Camisi’nin kapatılması ve bununla eş zamanlı olarak Ehl-i Sünnet cemaatine mensup din adamı “Şeyh Abdülhamid Doseri’nin” tutuklanması, 1389  (2011) yılında Tahran’da mescidin kapatılması, Zahidan’ınÇahcemal Dinî Okulunun kapatılması, din adamı “Mevlevi AbdulkuddusMollazehi” ile birlikte “Mevlevi Muhammed Yusuf Serabi”nin gözaltına alınması ve 1387 (2009) yılında Zahidan hapishanesinde Ehl-i Sünnet cemaatine mensup söz konusu iki din adamının idam edilmesi, İran İslam Cumhuriyeti’nin yaptığı işlerden birkaçıdır. İran İslam Cumhuriyeti’nin Sünni mezhebine çeşitli görsel ve işitsel yöntemlerle sistematik bir şekilde hakaret etmesi, aşağılaması ayrıca azınlıkların ve Ehli Sünnet cemaatini asimile etmek ve Şiiliği yaymak amacıyla bütün kitlesel iletişim araçlarını kullanarak yazılı bir şekilde bunları Ehl-i Sünnet cemaati arasında ücretsiz olarak dağıtması son hızla devam etmektedir. Oysaki Ehl-i Sünnet âlimleri ve liderleri, toplumda kendi inançlarını savunmak için medyanın büyük bir sansürü ile karşı karşıya kalmaktadır. Şii din adamları, Sünni mezhebine mensup âlimlere açık bir şekilde her platformda ve her fırsatta hükûmetin desteği ile hakaret etmektedir. İran İslam Cumhuriyeti Ahmedinejad’ın cumhurbaşkanlığı döneminde Ehl-i Sünnet okullarını kontrol altına almak ve Ehl-i Sünnet’e ait dinî okulları düzenlenmek amacıyla hazırladığı plan, Kültür Devrim Yüksek Şurası tarafından onaylandı. Bu plan gereği Ehl-i Sünnet okulları doğrudan DinîLider’in denetiminde olmalı ve DinîLider’in onayladığı kişiler tarafından yönetilmelidir. Bu sistematik ayrımcılığa yurt içinde ve dışındaki insan hakları örgütlerinin çeşitli itirazlarına karşın İran İslam Cumhuriyeti yetkilileri, bunun Vahhabilik ve Selefilikle mücadele için hazırlanan bir plan olduğunu ifade ettiler.

BM Eski Özel Raportörü Dr. Ahmet Şehid, 2011 yılında yazdığı raporda, İran İslam Cumhuriyeti’nin Ehl-i Sünnet cemaatine, dinîritüellerini uygulamalarına izin vermediğini ve ayrımcılığa tabi tuttuğunu ve bununla ilgili birçok rapora ulaştığına değinerek şu açıklamayı yapmıştır:

“Özel Raportör, İran’da Sünni Müslümanlara yönelik uygulanan ayrımcılıkla ilgili birçok rapora ulaştı. Örneğin; elde edilen raporlar ışığında Sünni toplumunun cami ve ibadet mekânları inşa etme hakkı yok, ayrıca cuma namazı ve Ramazan Bayramı namazı gibi toplu namaz kılma hakkına da sahip değiller. 29 Ağustos 2011 tarihinde Sünni liderlerden biri olan Şeyhülislam Mevlana Abdülhemid, büyük kentlerde Sünnilerin cuma ve Ramazan Bayramı namazı gibi toplu namaz kılmalarının önündeki engellerin kaldırılmasını İran liderlerinden talep etti. Şeyülislam Mevlana Abdülhemid ayrıca, Tahran’da Sünni mezhebine mensup araştırmacıların Ramazan Bayramı ve cuma namazını kılmamaları konusunda yetkililer tarafından yazılı taahhüt alındığına dair endişelerini de dile getirdi. Nitekim 6 Şubat 2011 tarihinde İran güvenlik güçlerinin Tahran’da bir evde Sünnilerin ibadet mekânına saldırdıkları, o mekânı mühürledikleri ve Mevlana Musazade adlı imamlarını yakaladıkları yönünde bir rapor bulunmaktadır. Mevlana Musazade 13 Mart 2011 yılında kefaletle serbest bırakıldı.”  (http://shaheedoniran.org/)

Tutuklamalar, uzun süreli müebbet hapisler ve Ehl-i Sünnet cemaatine mensup insanların idam edilmesi son yıllarda insan hakları ve uluslararası toplumun sert itirazlarına neden olan birkaç konudur. Zahidan hapishanesinde 1387 (2009) yılında AbulkuddusMollazehi, Mevlana Yusuf Sohrabi ve YakubMehrneha’nın idam edilmesi, 1388 (2010) yılında 11 gencin İran İslam Cumhuriyeti’ne karşı gelme ve mücadelede bulunma suçundan idam edilmesi, İran’ın uyguladığı şiddet ve insanlık dışı eylemlerinden birkaçıdır.

2014 Mart ayında yazdığı 23 sayfalık raporunda İran’da Ehl-i Sünnet cemaatinin durumuna değinen Dr. AhmedŞehid, 45. Madde’de özetle İran İslam Cumhuriyeti tarafından Ehl-i Sünnet cemaatine mensup insanların gözaltına alınması ve özellikle dinî liderlerinin muharebe suçundan idam cezaları ile yargılanması hakkında şu ifadelere yer vermiştir:

“İnsan hakları örgütleri, çoğunluğu imam veya dinî lider olmak üzere birçok Sünni Müslüman’ın gözaltına alındığını rapor ediyorlar. Etnik azınlıklara mensup bu insanlar, dinî ve mezhebîritüellerini yerine getirme konusunda ayrımcılığa tabi tutulup, kısıtlamalarla karşı karşıya kalıyorlar. Anlaşılan Sünni mezhebine mensup bazı insanlar, siyasi şiddet olduğu iddia edilen eylemlerden dolayı, yani muharebe (Allah’a karşı düşmanlık) suçundan yargılanıyorlar. İnsan hakları örgütü ve eski bir siyasi mahkûmun özel raportöre verdiği ifadede Sünnilerin birçoğu, dinî açıdan İran’ın siyasi rejimine karşı oldukları ve barışçıl bir eylemde bulundukları gerekçesiyle gözaltına alındıkları belirtilmiştir. Gözaltına alınanlardan bazıları, işkence altında alınan itiraflardan dolayı mahkûm olduklarını iddia etmişlerdir.” Belirtmek gerekir ki rejim açısından güvenlik ve siyasi olarak nitelenen konularda Ehl-i Sünnet cemaatine mensup insanların yargılanması tamamen kapalı kapılar ardında ve avukat olmadan yapılmaktadır. Söz konusu kişilere yönelik İran İslam Cumhuriyeti’nin yönettiği çok sayıdaki suçlamalar arasında muharebe, ulusal güvenliğe karşı faaliyette bulunma ve sisteme karşı propaganda suçları yer almaktadır. Bazı durumlarda ise uyuşturucu madde taşımak, fesat ve silahlı gruplara üye olma suçları yöneltilmektedir.

İran İslam Cumhuriyeti ve mutlak Velayeti Fakih esasına dayalı Şii hükûmetin kurulduğu ilk günden ve ilk aylardan itibaren Şii dışındaki mezhepler ve özellikle Kızılbaş Türkler (Ehl-i Hak) sistematik şiddet, zulüm ve ayrımcılığa maruz kaldılar.

“Söylemek gerekir ki İran’daki Aleviler; Kızılbaş, Şamlu, Karakoyunlu, Kırklar, Yediler, Sofiler, Abdal Bey, Kardeş, Şaği, Sir Talibi ve Nebiler gibi birçok isimle tanınmaktalar. Maalesef büyük şehirlerde ve birçok yazıda bu topluluklar yanlışlıkla İranlı Kürt gruplara özgü olan Goran ve Zelzel olarak da adlandırılıyorlar. Alevi ritüelleri (Ehl-i Hak) ne İslam’a bağlı bir fıkıhtır ne de Kürtlerle bir ilgisi vardır. İran’daki Türk Alevileri, gurur verici Kızılbaş tarihinin vârisleridir ve mezhepleri ise Kızılbaş Türk ritüellerinin aynısıdır. Bu mezhep aynı zamanda Türk halkının millî mezhebi olarak adlandırılabilir. Türk Alevi kolu, demokratik hareketlerin ve siyasi inançların sentezinden ibarettir ve Horasan, Azerbaycan ve Anadolu gibi Türklerin yurdunda ortaya çıkıp olgunlaşan (örneğin Mevali, Hurremdini, Ehvet, Kardeşlik, Hurufi, İşrak, Işık Felsefesi, Gelenderiye, Abdallar, Heyderiyevb…) bu inanç, Türk savaşçıları tarafından Türk Animizm ve Şamanizm süzgecinden geçmiştir. Zerdüştlik ve Yezidilik Farsların ve Kürtlerin millî inançları olduğu gibi Kızılbaş-Bektaşilik de Türklerin millî inancı olarak görülmektedir.

Başlangıçta İran İslam Cumhuriyeti, hükûmetin temsilcileri olarak Şii din adamlarını atadılar ve bu vesile ile söz konusu azınlığı asimile etmeye çalıştılar ve onları dolaylı olarak tehdit etmeye başladılar. Kızılbaş Türkler, sadece Şii olmayan bir azınlığın mezhebi değil aynı zamanda millî ve etnik azınlık olarak da sayılmakta ve bu birkaç kat daha fazla ayrımcılık ve zulme maruz kalma anlamındadır. İran’da Pehlevi döneminden itibaren Türklere yönelik uygulanan asimilasyon politikası, İran İslam Cumhuriyeti döneminde de aynen devam etti ve söz konusu azınlık, devrim sonrasında mezhebî asimilasyon politikası ile de karşı karşıya kaldı. Ehl-i Hak Kızılbaş Türklerin dinî inançlarını savunmamaları ve hükûmetin Şiileştirme ile mezhebi asimilasyon politikasına karşı çıkmaları, hükûmet organları tarafından uygulanan baskı ve şiddetin artmasına neden oldu. Gizli, resmî veya gayriresmî olarak din adamlarının durmadan verdikleri fetvalar, bu şiddetin artmasında doğrudan etkili olmuştur. Söz konusu mezhebe inananları mürtet ve kötü olarak adlandırmak, bu azınlığa mensup insanların toplumun siyasi ve içtimai alanlarından daha fazla uzaklaşmalarına neden oldu. Hakarete etmek, aşağılamak ve uzaklaştırmak gibi olaylar eğitimin ilk yıllarından itibaren öğretmenler ve eğitim kurumu yetkilileri tarafından uygulanmıştır. Hükûmetin, bu mezhebe mensup çocukları inzivaya sürüklemesi ve eğitimlerini bırakmaya zorlaması ayrıca toplumda ve okullarda kendi düşünce ve inançlarını yaymalarına izin vermemesi ve onları tüm eğitim dönemlerinden mahrum bırakması, İran İslam Cumhuriyeti’nin uyguladığı izole etme politikalarının en önemli nedenlerindendir. Üniversitede eğitim imkânının olmaması ve kamu kurum ve kuruluşlarının her kademesinde bir memur olarak istihdam edilmemeleri, toplumun diğer kesimleri ile toplumsal dayanışma hissinin zayıflamasına ve uzun vadede bu kesimin inzivaya sürüklenmesine ayrıca Kızılbaş Türklere mensup insanların ekonomik durumlarının kötüleşmesine neden olmuştur.

Söz konusu mezhebî azınlığa mensup insanlardaki uzun bıyık, özel bir sembol niteliğindedir. Bu fiziki sembol, her dönemde İran İslam Cumhuriyeti güvenlik güçleri ve polisi tarafından hassasiyetle karşılanmış ve öyle ki birçok durumlarda özellikle kışla ve askerî alanlarda zorunlu askerlik görevini yapan bu azınlığa mensup insanların zorla bıyıkları kesildiğiyle ilgili raporlar bulunmaktadır. (Yazar olarak Tebriz kışlasında böyle bir olaya şahit oldum.) Bu tür davranışlar neticesinde kişilerin yaşadıkları psikolojik sorunlar ve şiddetli aşağılanma duygusu, Kızılbaş Türklerin olumsuz toplumsal sonuçlarla karşı karşıya kalmalarına neden olmuştur. Ancak devrim sonrasında Kızılbaşların adalet arayışı için medeni bir şekilde düzenledikleri protesto gösterilerinin ardından tutuklanmaları, uzun süreli hapse atılmaları ve idam edilmeleri oldukça dehşet vericidir. 

Bu makalede örnek olarak değinilen iki önemli olaydan biri 1366 (1988) yılında dönemin Urmiye cuma namazını kıldıran imamın söz konusu mezhebin mensuplarına yönelik girişiminin ardından geniş çaplı tutuklamaların yaşanması diğeri ise 1382 (2004) yılında Batı Azerbaycan’ın Koşaçay şehrinin Üçtepe köyünde üzücü idamlar, tutuklamalar ve gözaltına alınmaların gerçekleşmesidir. Ancak kuşkusuz en acı ve kanlı olay, Üçtepe köyünde yaşanan olaylardır ki Kızılbaş Türk mezhebine mensup suçsuz insanların tutuklanması, işkence görmesi ve idam edilmesine neden olmuştur. Bu olayların yaşandığı dönemde bu mezhebe mensup insanlardan biri, Ayetullah Hameneyi’ye, söz konusu mezhebin resmî olarak tanınması, toplumda ve askerî kışlalarda Kızılbaşlara yönelik şiddetin azalması hakkında bir mektup yazmıştı. Ancak silahlı polisler, devrim muhafızları ve istihbarat güçleri ağır silahlarla kimlik mücadelesi veren bu azınlığa mensup gençlerin iş yerine saldırarak anlaşılması zor bir şiddet ve nefretle katliam yapıp insanları tutukladılar ve iş yerlerine zarar verdiler. Silahlı güçlerin saldırısı sırasında ölen, tutuklanan ve gözaltına alınanların sayısı toplamda 34 kişidir. Tutuklananlar arasında bulunan Mehdi Kasımzade ve Yunus Agayan adlı şahıslar idama mahkûm edildiler ve Mehdi Kasımzade idam edildi ancak Yunus Agayan, 1394 (2016) yılında ceza indirimi uygulanarak müebbet hapis cezasına çarptırıldı ve şu anda hapiste bulunmaktadır. Hükûmete bağlı silahlı güçlerin doğrudan ağır ve hafif silahlarla gerçekleştirdiği saldırıda 6 kişi hayatını kaybetti. Maalesef burada dikkat etmemiz gereken önemli konu, uluslararası kuruluşların ve insan hakları örgütlerinin Ehl-i Hak Kızılbaş Türklere yönelik uygulanan işkenceleri, idamları ve tutuklamaları önemsememeleri ve habersiz olmalarıdır. Nitekim insan hakları raporlarında söz konusu mezhebe yönelik uygulanan ayrımcılık ve zulümlerle ilgili herhangi bir bilgi yer almamaktadır.  

Bir önceki bölümde de değinildiği üzere İran’da gayriresmî bir azınlık mezhebi olarak bilinen Bahaî mezhebi de sistematik şiddete ve ayrımcılığa maruz kalmıştır. Bahaî inanca ve söz konusu inanca mensup insanlara yönelik Şii din adamlarının düşmanca tavırları sadece İran İslam Devrimi (1979) sonrasına özgü bir olay değildir. Bu düşmanca tavırlar büyük ihtimalle İran’da Pehlevi hükûmeti döneminde de Şii din adamları tarafından uygulanıyordu. Örneğin; Muhammed Rıza Pehlevi sarayına yakın Şii din adamlarının felsefe adı altında Ramazan ayında radyo ve camilerde yaptıkları vaazlar, Tahran’da Bahaîlerin merkezinin tahribi ile ilgili talimatın verilmesine neden oldu. Devrim sonrası Bahaî inancına yönelik sistematik baskı ve şiddetin artmasının nedeni, Şii din adamları ile olan düşmanlıkları ve dinî hükûmet kurulmadan önce yaptıkları kışkırtmalarla ilgilidir. Örneğin; Aralık 1341 (1963) yılında Ayetullah Humeyni, Bahaîlikle ilgili Kum esnaf ve iş adamlarının referandum taleplerine hitaben onları Siyonist olarak nitelendirdi ve ülkenin ekonomisi ve bağımsızlığı hakkında esnaf ve iş adamlarına uyarılarda bulunarak şöyle dedi:  

“İran’da ortaya çıkan Bahaî Partisi, ülkenin bağımsızlığını ve ekonomisini ele geçirmiş durumda. Ve Müslümanların ölümcül sessizliği üzerinden kısa bir süre sonra ülkenin tüm ekonomisini ajanlarının onayı ile ele geçirecekler.”

1357 (1979)  yılında, Paris’teki ikametinin son günlerinde, ABD Rutgers Üniversitesi Öğretim Üyesi bir hocanın “İran’ın siyasi geleceğinde Bahaîlerin Hukuku” ile ilgili soruya Ayetullah Humeyni, oldukça kısa ama olumsuz bir cevap veriyor:

“Gelecek hükûmette Bahaîler için mezhebi ve siyasi özgürlük hakkı tanınacak mı?” Cevap: “Ülkeye zararlı olan insanlara özgürlük hakkı tanınmayacak.”

Röportajı yapan: Dinîritüellerini yerine getirmek için onlara bu hak verilecek mi?”

Cevap: “Hayır.”

İran DinîLideri net bir şekilde tutumunu açıkladıktan sonra İran’da sistematik şiddet eylemleri başladı ve Bahaîlere yönelik geniş çaplı gözaltılar, tutuklamalar ve idamlar hayata geçirildi. 1362 (1984) yılında Bahaî liderlerinden 22 kişinin gözaltına alınıp idam edilmesinin ardından uluslararası toplum söz konusu idamlara karşı kaygılarını ve itirazlarını bildirdi ancak Ayetullah Humeyni, rejim yetkilileriyle yaptığı görüşmede uluslararası toplumdan gelen itirazlara karşı sert tepki göstererek bir kez daha sistemin ve kendisinin ideolojik tutumunu çok net bir şekilde açıkladı:

“Biz, onları Bahaî olduklarından dolayı hapse mahkûm etmedik. Bunlar sorunlu insanlardır… Bahaîlik bir din değil bir partidir. Eskiden İngiltere’nin desteklediği ve şimdi de ABD’nin desteklediği bir partidir. Bahaîler, ajandırlar. Hizb-i Tude ve birçoklarında olduğu gibi bunlarda dinî sapkınlık söz konusu, bunlar komünistler. Ancak bizimkiler bunları komünist veya dinî sapkınlıklardan dolayı tutuklayıp hapse mahkûm etmediler. Konu şu ki Sayın Reagan, siz onları destekliyorsunuz, bu da özel bir durumun olduğunu gösteriyor. Bunlar, onlara çıkar sağlıyor onlar da bunlara. Bunların sağladıkları çıkar ancak bizimle ilgili haberleri onlara aktarmak suretiyle mümkündür. Ajanlık mı yapsınlar? Onlarla İran milleti ve devleti arasında mı?”

Bahaî inancına yönelik İran İslam Cumhuriyeti’nin resmî tutumu ve şiddet içeren yaklaşımı ideolojik açıdan yanlış olduğu gibi ayrımcılık girişimlerini, topluca idamlarını ve göstermelik mahkemelerini de meşru olarak lanse etmek tamamen siyaseten yapılmış bir olaydır. Ancak olayın siyasi yönü, tamamen İran İslam Cumhuriyeti’nin üst düzey yetkilileri tarafından planlanıp hazırlandı. Bahaîlerin İsraillilere ajanlık yaptıkları ve İsrail’in çıkarları doğrultusunda hükûmeti zaafa uğratmak istedikleri dikkate alındığında İran’da söz konusu azınlığı ortadan kaldırmak için dinî hükûmetin bu suçlamaları gündeme getirerek kullandığı ortadadır. İran’da Bahaîlere karşı uygulanan ayrımcılığın çeşitli yönleri var. Siyasi ve toplumsal açıdan incelendiğinde Bahaîlerin yükseköğretimden mahrum oldukları ve devlet kurumlarında istihdam edilmedikleri görülmektedir. Ama ekonomik açıdan ise İran’ın çeşitli şehirlerinde İran güvenlik güçleri tarafından söz konusu mezhebi azınlığa mensup insanların iş yerlerinin kapatılması ile ilgili birçok rapor hazırlanmıştır. İnsanlık dışı yöntemlerle Bahailere, Şii dini empoze edilmeyeçalışılıyor. İran okullarında Bahaî mezhebine mensup gençlerin ve çocukların eziyet gördükleri ve zulme uğradıkları ile ilgili birçok haberin yayımlanmasının ardından uluslararası toplumda buna karşı birçok itiraz yapıldı ancak İran İslam Cumhuriyeti, bu konuların hiçbirine cevap vermedi. Bahaîlere yönelik sosyal ayrımcılığın boyutu oldukça içler acısıdır ve İran İslam Cumhuriyeti, söz konusu azınlığı toplumdan soyutlandırmak ve diğer kesimlerle iletişimlerini kesmek için yazılı, görsel ve işitsel kitle iletişim araçları vasıtasıyla nefret söylemi içeren programlar uygulamaktadır.

Bahaîlerle ilgili kamuoyu yoklaması ile ilgili sorulan soruya hitaben İran Dinî Lideri Ayetullah Hamney, Şii hükûmetin Bahaîlere yönelik insanlık dışı görüşünü şöyle açıkladı:

“Sapkın Bahaî fırkasına mensup olanların tamamı necasete mahkûm durumdalar ve onlar bir şeye temas ettiklerinde onlarla ilgili taharet meselelerinin dikkate alınması ve taharete tabi işlemlerin yapılması vaciptir. Ancak Bahaî öğrencilere yönelik öğretmenlerin ve müdürlerin davranışı İslami ahlak ve kurallar çerçevesinde olmalıdır.”

BM Özel Raportörü tarafından İran’daki Bahaîlere karşı dinî ayrımcılık ve insan haklarının ihlali hakkında düzenlenen birçok rapor, uluslararası yetkililere sunulmuştur. Konuyla ilgili birkaç rapor aşağıda verilmiştir:

Bahaîler:43- Ağustos 2014 yılında yaklaşık 126 Bahaî, hapiste bulunmakta. Mülakata katılan Bahaîler tarafından sunulan raporlar, hukuki danışmanlığın yetersizliğinden ve yargılanma sürecindeki eksikliklerden söz etmektedir. Mülakata katılanların birçoğu, avukatların genellikle misilleme olaylarından korktukları nedeniyle kendilerinin avukatlığını yapmaktan kaçındıklarını iddia ediyorlar. Uluslararası Bahaî toplumu ve İran’da Protestan kilise liderleri, ayrıca Hristiyan veya Bahaîlerin hassas dosyalarını üstlenen avukatların ya tutuklanıp hapse atıldıklarını ya da ülkeden kaçtıklarını belirtiyorlar.

44- Kilise, ibadet merkezleri ve mezarlıklar gibi dinî merkezlerin kapatılması ve tahrip edilmesi aynen devam ediyor. Ekim 2014 yılında insan hakları örgütü ve kuruluşların isteklerine rağmen İran İslam Devrim Muhafızları güçleri Şiraz’da Bahaîlere ait bir mezarlığı tahrip etti. Ayrıca Ocak ve Mayıs 2014 yılında yaklaşık 900 makale online şekilde yabancı fobi inançların ve Bahai inançlarına mensup kişilerin ki bunlar siyasi açıdan yıkıcı güç olarak nitelendiriyorlar, tanıtılmaya çalışıldı.

45- Aralık 2014 yılında İran devlet televizyonunda bir belgesel yayınlandı. Söz konusu belgeselde Bahaî toplumunun yabancı devletlere ve eski İran hükûmetine yakın oldukları iddia edildi. Mayıs 2014 yılı yayımlanan raporlarda Bahaîlerin ajan oldukları iddia edildi. Yayımlanan rapora göre Haziran 2014 yılında Yezd’de dağıtılan bildirilerde Bahaîlerinin kanının değersiz olduğu iddia edildi ve başka raporlara göre Yezd şehrindeki duvarlarda boyalarla yazılan sloganlarda Bahaîlerin ölmeleri için çağrı yapıldı. 

 46- Devlet, Bahaî toplumunun kötü geçmişi ve yaptıkları mezhep propagandası nedeniyle bunlara karşı toplumun büyük bir kesiminde nefret duygusunun oluştuğunu ancak propaganda faaliyetlerinde bulunmayan kişilerin saygın konumda olduklarını iddia ediyor. (Dr. AkberŞehid, Ekim 2014 Raporu, İran’da İnsan Hakları Durumu)

İrtidad ve Yeni Hıristiyan Olanların Durumu

İslam’dan dönen Hıristiyanların kötü durumları ve son yıllarda bu olgunun hızla yayılması ve irtidad konusunda şeriat hükmüne dayanarak İran İslam Cumhuriyeti’nin uyguladığı şiddet eylemleri dikkate alındığında söz konusu meselenin incelenmesini imkânsız kılmaktadır.

İrtidad, fıkıh açısında İslam dininden dönmek anlamında ve fıtri ve millî olmak üzere iki gruba ayrılmaktadır.

“Fıtri Mürtet: Anne-baba veya ikisinden birinin Müslüman olduğu dönemde embriyosunun oluştuğu ve yetişkin olduktan sonra İslam’ı kabul edip sonra Müslüman’ken kâfir olan şahsa denir.

Millî mürtet: Embriyosunun oluştuğu sırada anne-babasının kâfir olup kendisi de yetişkin olduktan sonra kâfir olduğunu beyan eden ardından İslam’ı kabul edip ve daha sonra İslam’dan dönen şahsa denir.”

Müçtehitler ve İslam hukukçuları arasında en az görüş ayrılığı olan İslami fıkıh hükümlerinden biri de irtidad hükmüdür. Ayrıca millî ve fıtri mürtet veya mürtet kadın ve erkek hakkındaki şeriat hükmü arasında fark var.

“Ers kitabında mürtetliğin türleri ve irtidad ile ilgili bazı hükümlerden söz ettik, ancak burada fıtri mürtet İslam açısından kabul edilmez, ona verilen cezalar kaldırılmaz ve mürtet olduktan sonra vârisleri arasında dağıtılan mal varlığı, geri verilmez, vicdanen Müslüman olsa bile.) Eğer erkek mürtet olmuşsa cezası ölümdür ve eğer kadın mürtetse müebbet hapisle cezalandırılıp beş vakit namaz sırasında kırbaç vurulur. Tövbe etmesi için yemesine-içmesine ve giyim kuşamına kısıtlama getirilir, fıtri mürtet olan kadının tövbesi kabul edilir ve tövbe ettikten sonra özgür bırakılır ancak millî mürtedin önce tövbe etmesi istenir kabul etmezse öldürülür, ona tövbe etmesi için üç gün fırsat verilir ve dördüncü gün öldürülür.”

Ayetullah Humeyni’nin Tahrir el Vâsile eserinde belirtildiği üzere erkeklerle ilgili fıtri irtidad hükmünün idam ve kadınlarla ilgili hüküm ise müebbet hapistir. Elbette ısrar ederse. Millî irtidad konusunda ise 3 günlük bir fırsattan sonra eğer ısrar ederse idam hükmü dördüncü gün uygulanır.

Sözü edilen irtidad hükümlerine göre İran’da yeni bir din edinenlerin durumlarının zor ve kötü olduğunu tahmin etmek zor olmasa gerek. İrtidad hükümleri ile ilgili İran İslam Cumhuriyeti’nin mantığı da araştırılmaya değer bir husustur. İran İslam Cumhuriyeti yetkilileri ve sorumluları konuyla ilgili çeşitli sorulara hitaben Bakara Suresi’nin 256. ayetine dayanarak “Dinde zorlama olmaz.” mantığını gündeme getirerek İran açısından kalben ve vicdanen diğer dinlere inanmanın sıkıntılı olmadığını ifade ediyorlar. İran yetkilileri, irtidad hükmünün sadece inançlarını açık bir şekilde toplumda ortaya koyarak İslami sistemin temellerini zayıflatmaya çalışanları kapsadığını belirtiyorlar. Onlara göre bu olay bireysel bir mesele olmaktan ziyade toplumsal bir konudur. Bu nedenle özellikle son yıllarda İran’da dinini değiştirip başka bir dini kabul edenlere yönelik birçok tutuklamaların ve irtidad hükümlerinin uygulanması ile ilgili birçok rapor hazırlanmıştır. İran İslam Cumhuriyeti İnsan Hakları Özel Raportörü Dr. Ahmed Şerif, Mart 2013 yılında hazırladığı raporda İran’da yeni bir din seçme ve bunun riskleri konusunda İranlıların haklarıyla ilgili kaygılarını ifade ediyor.

46- Özel raportör, İranlıların yeni bir din seçme konusundaki haklarının her geçen gün tehlikede olduğuna dair kaygılarını dile getirmektedir. Mülakata katılanlar sürekli kendi inançlarını yaymak için çoğunlukla bu dini yeni seçenlerin katılımı ile gayriresmî ev kiliselerinde toplandıkları ve bu dini yeni seçenlere törenlerine katılma izni verip İslam’dan dönerek Hıristiyanlığı kabul ettikleri nedeniyle yetkililer tarafından hedef alındıklarına dair ifadeleri var. Kendilerini yeni din değiştirenler olarak tanıtan ve mülakata katılanların birçoğu, gözaltında oldukları sırada irtidadla suçlanacakları yönünde tehdit edildiklerini belirttiler. Başka bir grup ise özgürlükleri karşılığında kilise faaliyetlerini durdurmalarını ve bu konuda bir evrakı imzalamalarını istediklerini ifade ettiler.

Sonuç:

Dinî hükûmetin temeli ve esasını oluşturan İslam’ı Şii fıkhı ve Anayasa’daki kayıtlı maddeler dikkate alınarak İran İslam Cumhuriyeti’nin siyasi ve hukuki yapısının incelenmesi, ayrıca Şii mezhebi ve İslam dini dışındaki dinlere karşı sistemin yaklaşımını ve itikadı açıdan İran rejiminin hoşgörü düzeyini en iyi şekilde ortaya koymaktadır. Bu itikadı hoşgörüsüzlüğün ortaya koyduğu insanlık dışı gibi yönlerinin yanı sıra olumsuz toplumsal boyutları da var. Bu durum uzun vadede İran’da çeşitli etnikler ayrıca mezhepler ve diğer dinlere mensup insanlar arasında nefret edebiyatının oluşmasına neden olacaktır. İran İslam Cumhuriyeti’nin uyguladığı sistematik şiddet faaliyetleri, genel olarak İran’da kültürel ve ideolojik asimilasyon doğrultusundadır. İran’da ideolojik ve kültürel asimilasyon, yurt içinde ve dışındaki itirazlara rağmen İran tarafından yürütülmektedir. Gelişmiş ülkelerde kültürel ve ideolojik özgürlükler, toplumun güçlü yönü olarak kabul edilmektedirler. İran’da siyaset, hukuk ve hükûmet yapısı, Mutlak Velayeti Fakih ve Şii şeriat ilkesi üzerine kurulmuş ve medeni, ceza, normal ve temel yasaların tamamı bu çerçevede hazırlanmış ve düzenlenmiştir. Anayasa ve ceza kanunlarında ara sıra bazı maddelerin değiştiğini görüyoruz ancak temel konularda kökü değişimler özellikle ifade ve inanç özgürlüğü gibi doğrudan insan hakları ile ilişkili olan konularda bu dikkate alınmıyor. Kuşkusuz kısa vadede rejimin yapısında bu tür değişikliklerin gerçekleşmesi imkânsızdır. 

İlginizi Çekebilir

Ali Merdan Topçubaşı’nın Ziya Gökalp Hakkında Görüşleri- Dr. M. Rıza HEYET

Birinci Azerbaycan Cumhuriyeti’nin kurucularından ve en etkili şahsiyetlerinden olan Ali Merdan Bey Topçubaşı, 1918-1920 yılları