Tebriz Araştırmaları Enstitüsü, Ahvaz Demokratik Partisi Sözcüsü ve Ahvazlı Kadınlar Kuruluşu’nun kurucularından Belçika’da yaşayan siyasî ve hukukî aktivist Mona SİLAVİ ile bir söyleşi gerçekleştirmiştir. Şam Üniversitesi Psikoloji bölümü mezunu olan ve İtalya’da insan hakları ve demokratik ülke yönetimi alanında yüksek lisans yapan Mona SİLAVİ, aynı zamanda UNPO’nun başkan yardımcısıdır. Söyleşide İran’da Fars olmayan milliyetlerin vatandaşlık hakları ele alınmıştır.
Sayın Silavi, son günlerde İran İslam Cumhuriyeti Eğitim Bakanlığı’nın yayınladığı genelgeyle Farsçayı aksanlı konuşanların öğretmen olarak istihdamı yasaklanmıştır. İran’da Fars olmayanların vatandaşlık hakları üzerinde uzun süredir faaliyet yapan biri olarak bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz? Sizce genelgede vurgulanan “koyu aksan” ifadesi insan hakları ve uluslararası ölçütlerle açıklanabilir mi?
Bir coğrafî bölge olarak İran’da eski zamanlardan beri çeşitli milliyetlerin bulunduğunu ve merkezî devletin müdahalesi olmadan kendi bölgelerinde yaşadığını biliyoruz. Elbette bu durum çeşitli bölgelerin demokratik olduğu anlamına gelmez. Fakat özerkliği demokrasinin temellerinden biri olarak düşünürsek, bu temel mevcuttu ve İran, birleşik memleketler (Memalik-i Mahruse) adlanırdı. Ancak Avrupa’da ulus-devletlerin kurulmasının ardından başlayan dalgaların etkisiyle, Fars dilli aydınlar ırkçı düşüncelerden etkilendiler. Bu konuda binlerce makale ve söyleşi yayınlanmıştır.
Son günlerde gündeme gelen “aksan” konusunu ise İtalyan Faşistlerinin davranışlarına benzetmek mümkündür. İtalya halkı değişik dil ve lehçelerde konuşurlardı. Fakat Faşistler zorunlu benzeştirme politikasını uygulamaya başladılar. Faşistlerin hakimiyeti döneminde Faşist dilbilimcilerden oluşan, Fars Dil Kurumu’na benzer bir kurum oluşturuldu ve kendilerinde yabancı gördükleri sözcükleri atmaya başladılar ve hatta yeni bir sözlük hazırladılar. Bu dilbilimciler o kadar ileri gittiler ki halkın konuşma tarzına bile müdahale ederek, herkesi klasik lehçede konuşmaya zorladılar. Onların dedikleri doğru söyleniş olarak halka dayatılıyordu. Faşist devletin uyguladığı benzeştirme politikası çerçevesinde “yabancı” isimli mağazalar bile kapatılıyordu. Aynı duruma İran’da da tanık oluyoruz.
Bu gibi düşünceler hızlı bir şekilde İran’a ve Fars dilli aydınların yazılarına bulaşsa da, Faşizm karşıtı, eşitlikçi düşünceler aynı hızla İran’da yayılmadı. Bugün Avrupa’da en azından kendi sınırları içerisinde bu gibi düşüncelerin yeniden harekete geçilmesi engellenmeye çalışıldığı ve hatta kendi geçmişlerinden utanç duydukları halde, İran’da ayrıştırıcı politikaların devam ettiğini görüyoruz. Oysa ki bu politikalar, yalnız insan hakları ve uluslararası yasalarla değil, İran’ın kendi yasalarına da aykırıdır.
İtalya’da Faşizm çöktü, ama maalesef İran’da onun canlandığına tanık oluyoruz. Söz konusu genelgede bazı fiziki rahatsızlıkları bulunan kişiler de öğretmenlik hakkından yoksun bırakılmıştır. Bu durum bize “engelli” kişilerin öldürüldüğü Nazi Almanya’sını hatırlatıyor ve şu soruları sormamıza neden oluyor: Acaba toplum bireylerinin tamamı aynı mı? Herkesi önceden belirlenmiş kutulara koymamız mümkün mü? Acaba bu mükemmel ölçütler, öğrencileri de kapsıyor mu? Okullar mükemmel olmayan, hastalıklı veya engelli, ya da aksanlı konuşan öğrencileri kabul etmekten imtina edecek mi?
Bu haberin yayınlanmasının İran’da sosyal ağlarda Türk arasında geniş yankı buldu. Birçok Türk “Benim Koyu Aksanım Var” sloganıyla sanal ortamda itirazını bildirdi. Bildiğimiz kadarıyla Araplar tarafından da benzer kampanya başlatılmıştır. Sizce bunun gibi genellikle kendiliğinden başlayan toplu itirazlar, İran’da Araplar ve Türklerin aynı ayrımcılığa maruz kaldığının bir göstergesi mi? Böyleyse, İran’da bu ayrımcılığın kökünü nerede aramak gerekir?
Araplar ve Türkler arasında hiçbir örgütsel bağlantı olmadan başlatılan “Benim Koyu Aksanım Var” gibi kampanyalar, onun halkın içinden gelen bir itiraz olduğunu gösterir. Kuşkusuz İran’da yaşayan herkes anti demokratik, adaletsiz ve güvenlikçi akılla yönetilen bir sistemde yaşıyor. Fakat Fars olmayan milliyetler ve dinî azınlıklara uygulanan zulüm daha fazladır. Ne yazık ki merkeziyetçi muhalefet, İran rejimini diktatör adlandırarak bilerek veya bilmeden Fars olmayan milliyetlere uygulanan ilave zulmü inkar ediyor.
İran’da dil iletişim aracı olmaktan ziyade, bir milliyetin gücü ve nüfuzu elinde tutmasına vesile olmuştur. Bu durumda Fars olmayan milliyetler aynı sorunu paylaşıyorlar. Mahkemelerin, okulların, üniversitelerin ve hastanelerin tek dilli olduğu İran’da, hasta derdini anlatmakta zorlanırken, davacının hakimin karşısında dili tutulur ve okulda çocuklar aşağılanır. Böyle bir sistemde Arap, Türk, Kürt ve Beluç, diktatör hükümetin zulmünü bilmediği gibi, sistemin dilini ve yasalarını da bilmez.
Bu ayrımcılığın kökenini bugün İran’da yaygın hale gelen düşüncede aramak lazım. İlk adım olarak İran kavramının bir ülke olarak değişmesidir. İran, bir etnik, bir mezhep veya bir düşünce tarzı için millî bir ülke değil. Başkasını ortadan kaldırmak ideolojisi çok tehlikeli bir konudur.
Son yıllarda Türk ve Arap medyasındaki çeşitli haberlerden yola çıkarak, Türklerle Arapların yakınlaşma ve dayanışmaya yöneldiğini görüyoruz. Örneğin spor maçlarında her iki millî/etnik grubun birbirini destekleyici yazılar taşıması veya Türk ve Arap bölgelerindeki olaylarla bağlantılı haberlerin her iki medyada da yankı bulması dikkat çekicidir. Bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz? İran’da insan hakları açısından nasıl sonuçlar doğurabilir?
Zulme maruz kalan milliyetler arasındaki dayanışma oldukça doğal ve gereklidir. Milliyetlerin bilinci arttıkça dayanışma da artar. Bu dayanışmanın en önemli nedeni; ana dilinde eğitim, kimlik ifadesi ve kendi kaderini belirleme hakkı gibi siyasi haklardan yoksun bırakılma sorunudur. Bu gibi ortak davranışları İran milliyetlerinin siyasî mücadele tarihinde görmek mümkündür. Bunun da en bariz örneği Meşrutiyet Hareketi ve milliyetlere uygun yeni anayasa için ortak çalışmalardır. O dönemde siyasî tartışmalar ve birliklerin oluşumu millî ve özgürlükçü dilerler tarafından yapılıyordu. Fakat bugün sanal ortam veya kitle iletişim araçları sayesinde bu durum halka yayılmıştır. Örneğin bir Türk, Arapların yaşadığı bölgede göletlerin kuruduğunu idrak ediyor, çünkü Urmu Gölü gözlerinin önünde kuruyor ve kimse hesap vermiyor.
Statlardaki taraftarlar konusuna değindiniz. Gençlerin bu şekilde bir araya gelmesi gerçekten takdire şayandır. İnsanların bir araya toplanması, insan haklarının bir parçası olmasına rağmen, İran’da bunu gerçekleştirmek imkansızdır. Gençler yalnız statlarda toplanabilir, organize olabilir ve slogan atabilirler. İran’da Araplar ve Türkler bunu çok iyi değerlendiriyorlar.
Kuşkusuz İran sınırları içerisinde milliyetlerin dayanışma içinde olması çok önemli ve gereklidir. Fakat bu dayanışmanın sınır dışına da geçmesi gerekir. Fars olmayan milliyetlerin mücadelesi millî hareket olmakla birlikte, aynı zamanda özgürlükçü bir harekettir. Hükümetler değişir, fakat coğrafya değişmez. Bu yüzden bu bölgede yaşayan milliyetlerin birlik ve dayanışma içinde olması gerekir. Çünkü onlar aynı kaderi paylaşıyorlar.
Bazılarına göre, İran’ın Fars olmayan toplumlarında kadınlar daha çok haksızlığa maruz kalıyorlar. Fars olmayan kadınların insanî ve toplumsal hakları konusunda ne düşünüyorsunuz?
Devletin İran vatandaşı tanımlamasının dışında kalan tüm Fars olmayan milliyetler aynı sıkıntıları yaşıyorlar. Dolayısıyla bu tanımlamadan uzaklaştıkça, haksızlık da artar. Bunu biraz daha açmak için Kimberly William’a değinmek istiyorum. ABD’de Afrika kadın hakları savunucularında olan William, ilk defa Kesişimsel Ayrımcılık terimini kullanmıştır. Bu terim kişinin ayrımcılıkların ortasında kaldığı, yani bir defadan fazla ayrımcılığa uğradığı durumlarda kullanılır. O bu terimi zenci kadın müvekkiliiçin kullanmıştı. Müvekkili eğitimli bir kadındı ve bir şirkette ofis işlerinde çalışma hakkına sahipti. Fakat şirket zencileri yalnız önemsiz konumlarda istihdam ediyordu. Müvekkil şirkete dava açmak istediğinde, kadın olduğu için işe alınmadığını iddia edemiyordu, çünkü şirkette beyaz kadınlar çalışıyordu. Aynı zamanda zenci olduğu için işe alınmadığını da iddia edemiyordu, çünkü şirkette zenci erkekler de çalışıyordu. Müvekkil kadın ve zenci olma kesişiminde kalmıştı.
Ben bu terimi kullanarak azınlıkların kadınlarına yapılan ilave haksızlıklara bakıyorum. İran’da kadınlar ayrımcılığa maruz kalmışlar. Fakat millî azınlıklara mensup olan bir kadın daha çok haksızlığa uğruyor. O yalnız bir kadın değil, o Türk, Arap veya Kürt kadınıdır. Kişinin dinî veya cinsel azınlıklardan olması durumunda bu ayrımcılık daha da şiddetlenir. İlave haksızlıkların dışında etnik bölgelerin geri kalması da kadınların durumunu vahim hale getirir. Ne yazık ki millî hareketlerde de kadınların istekleri geri bırakılır veya millî ayrımcılığın çözüleceği tarihe ertelenir. Oysa ki kadınların millî ve özgürlükçü hareketlerde aktif rol alması gerekir. Kadın haklarına saygı duymadan adalete ve özgürlüğe ulaşmamız mümkün değil. Toplumun yarısının haksızlığa uğradığı bir ortamda bir milletin başarıya ulaşmasını beklemek olanaksızdır.
Ne yazık ki İran’da adaletsizlikten konuşmak aşaması daha başlamamıştır. Hatta akademik çalışmalarda bile ülke güvenliği bahanesiyle göz ardı edilir. Bu da tüm milliyetlerin adaletsizlik faciasını derinleştirir.